Rüya gördüğü sırada çalan saatin sesi ile uyanan insan kısa süreli bir şaşkınlık yaşar. Rüyasında yaşadığı sevinçler, üzüntüler, tattığı yiyecekler ya da hissettiği kokular kendisine hala o kadar gerçekçi geliyordur ki, rüyanın etkisini bir süre üzerinden atamaz.
Tarih boyunca pek çok düşünür rüyanın gerçek mahiyetini ve rüya ile dünya hayatı arasındaki ilişkiyi araştırmıştır. Alman bir felsefeci bu konuda şunları söylemiştir:
Biz şimdi uyanık halde miyiz, yoksa düş mü görüyoruz? Bu kuşkusuz anlamlı bir sorudur. Aslında bu soruyu çoğu kere düşümüzde sorduğumuz da olmuştur. Gene düşümüzde soruya verdiğimiz yanıtın, yani uyanık olduğumuz yanıtının, biz uyandıktan sonra yanlış olduğunu görmüşüzdür. Peki aynı yanılgı şimdi de olamaz mı? Hayır diyemeyiz, çünkü pekala bir gün düş gördüğümüz ortaya çıkabilir. (Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, s. 179)
Descartes ise bu konu hakkında şu yorumu yapmıştır:
Rüyalarımda şunu bunu yaptığımı, şuraya buraya gittiğimi görürüm; uyanınca da hiçbir şey yapmamış, hiçbir yere gitmemiş olduğumu, uslu uslu yatakta yattığımı anlarım. Benim şu anda da rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı güvencesini bana kim verebilir? İşte bütün bunlardan, içinde bulunduğum dünyanın gerçekliği tümü ile şüpheli bir şey oluyor. (Macit Gökberg, Felsefe Tarihi, s. 263)
Gerçek şu ki rüya ile dünya hayatının çok önemli bir ortak noktası vardır. Bu ortak özelliği anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Rüyada kendi bedeninizi gördüğünüzü varsayalım ve rüya esnasında size “Nerede görüyorsun?” diye sorulduğunda, “Beynimde görüyorum” dediğinizi düşünelim. Oysa, açıktır ki, siz rüyanızda bu cevabı verirken ortada gerçek bir beyin yoktur. Rüyadaki vücut ya da beyin tamamen hayali bir görüntüden ibarettir. Rüya sırasındaki görüntüleri gören irade ise, hiç kuşku yok, hayali bir beyinden çok daha “ötede” olan bir varlıktır.
Rüyanızda verdiğinizi varsaydığımız cevap, dünya hayatımızda bize sorulan “Nerede görüyorsun?” sorusuna verilen doğru cevaptır. Nitekim, bilindiği gibi, gören "göz"değildir ve tüm görüntü beyinde oluşmaktadır. Gözlerin ve gözlere bağlı olan milyonlarca sinir hücresinin tek görevi ise, görme işleminin gerçekleşmesi için beyne mesaj iletmektir. Lisede öğrendiğimiz bilgileri hatırlayacak olursak; bir cisimden gelen ışık, gözün ön kısımında bulunan mercekten geçer ve görüntüyü arka kısımdaki bölgeye yansıtır, retina adlı tabakaya düşen görüntüler elektrik akımına dönüştürülerek beyindeki görme merkezine iletilir ve beyin, bu sinyalleri üç boyutlu, anlamlı görüntüler haline getirir. Bu bilgilerden görenin gözler olmadığı açıkça anlaşılmaktadır, ancak hiç kuşku yok ki, gören ve algılayanın sudan, protein ve yağ moleküllerinden oluşan bir et parçası olduğunu iddia etmek de çok yanlış olacaktır. Buradan da, beyin dediğimiz et parçasında görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası “ben” denilen varlığı meydana getirebilecek bir özelliğin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Oysa beynin içinde ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan biri vardır. Peki göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm algıları hisseden bu şuur kime aittir?
Söz konusu şuur, hiç şüphe yok ki Allah’ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde, düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeğe vakıf olan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekanda, üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak yaratılan kainatın ancak kopyalarıyla muhatap olduğu, ne yaparsa yapsın yeryüzünde gördüğü her şeyin yalnızca kopyalarını görebildiği sırrını anlayacak, böylelikle kendini ve bu görüntüler alemini yaratan Yüce Rabbimiz Allah’ın sonsuz gücünü düşünüp O’na derin bir sevgi ve saygıyla bağlanacak, O’na yönelip O’na sığınacaktır.