10 Mart 2010 Çarşamba

Peygamberimiz (SAV) Dünyanın Ömrünün 7000 Yıl Olduğunu Bildirmiştir (Doğrusunu Allah Bilir)

Son günlerde bazıı kişilerin Hz. Mehdi (a.s.)’nin gelişini kendilerince bir sonraki yüzla erteleyebilmek için “dünyanın ömrü” ve “kıyamet” konularında da Ehl-i Sünnet kaynaklarına uygun olmayan izahlar getirdikleri görülmektedir. Oysa, bu tarz yanlış açıklamalar yapanlar ve bu kişileri destekleyenler, Suyuti ve Seyyid El-Berzenci Hazretleri gibi muteber Ehl-i Sünnet alimlerinin ortak görüşüne tamamen ters düşmektedirler.
Bu kişiler hiçbir sahih hadise dayanmayan açıklamalarla Müslümanları meşgul etmemelidirler.
Yapmaları gereken, içinde yaşadığımız dönemi ve dünyanın 7000 yıllık ömrünü (Doğrusunu Allah bilir) Peygamberimiz (s.a.v.)’den rivayet edilen sahih hadisler doğrultusunda değerlendirmeleri ve buna göre görüş bildirmeleridir.
Her yüz senede bir, din ahlakını bidatlerden kurtarmak ve yenilemek için Allah tarafından bir kişinin gönderildiği, Sünen-i Ebu Davud, Mektubat-ı Rabbani gibi büyük ve muteber ehli sünnet alimlerinin eserlerinde açık bir şekilde belirtilmiştir. Peygam-berimiz (s.a.v.)’den rivayet edilen hadislerde ahir zamanda zuhur edeceği müjdelenen Hz. Mehdi (a.s.)’nin çıkış zamanı olarak ise Hicri 1400 yılı verilmiştir.
Bu 100 yıllık sürede İslam ahlakı belli bir süreç içinde tüm dünyaya hakim olacak, din ahlakına karşı mücadele veren Deccaliyet sistemi ise tamamen ortadan kalkacaktır. Ancak aşağı yukarı 100 sene kadar sürecek olan bu yükselme döneminin ardından yani Hicri 1500’lerle birlikte dünya yeniden bir bozulma sürecine girecektir. Ehl-i Sünnet’in büyük hadis ve fıkıh alimlerinden biri olan İmam Ahmed İbni Hanbel gibi birçok alimin birbirlerinden naklettikleri bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.) kendine kadar dünyada geçen zamanın 5600 yıl olduğunu bildirerek insanlık tarihinin başlangıcı hakkında önemli bir bilgi vermiştir:
Ahmed İbni Hanbel İlel’inde nakletti. İsmail b. Abdülkerim, Abdüssamed’den O da Vehb’den rivayet etti: DÜNYADAN BEŞ BİN ALTI YÜZ YIL GEÇMİŞTİR. (Ali B. Hüsameddin el-Muttaki, Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir zaman, sf. 89)
Hadislerde Dünyanın Ömrünün 7000 Yıl Olduğuna (Doğrusunu Allah Bilir) Dair İzahlar
Birçok hadiste dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğuna dair açık izahlar bulunmaktadır:
Enes Malik‘den tahric etti. O dedi ki, Resulullah (s.a.v.) buyurdu: DÜNYANIN ÖMRÜ, AHİRET GÜNLERİNDE YEDİ GÜNDÜR. Allah-u Teala buyurdu ki: RABBİN KATINDA BİR GÜN SİZİN SAYDIKLARINIZDAN BİN YIL GİBİDİR. Kim bir din kardeşinin Allah yolunda bir ihtiyacını görürse, Allah Teala onun için gündüzlerini oruçla, gecelerini de ibadetle geçirmişcesine ŞU DÜNYANIN YEDİ BİN YILLIK ÖMRÜ MÜDDETİNCE SEVAP YAZAR. (Ali B. Hüsameddin el-Muttaki, Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, sf. 88)
Dakkak b. Zeyd-ü Cüheni ‘den rivayet ettiler: Ben gördüğüm bir rüyayı Resulullah (s.a.v.) ‘e anlattım. Bu rüyada Peygamber (s.a.v.) yedi basamaklı bir minberin en üst basamağında idi: O buyurdu ki, YEDİ BASAMAKLI GÖRDÜĞÜN MİNBER ŞU DÜNYANIN ÖMRÜ OLAN YEDİ BİN SENEDİR. (Ali B. Hüsameddin el-Muttaki, Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, 89)
Ehl-i sünnet alimlerinden Hüsameddin el-Muttaki’nin eseri Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman kitabında yer alan bu hadislere göre Peygamberimiz (s.a.v.) dünyanın ömrünün 7000 sene olduğunu bildirmektedir. Yine birçok ehl-i sünnet alimlerinin eserlerinde örneğin Muttaki Hazretleri’nin eseri Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459’da, Muhammed Tahir b. Ali el-Hindî’nin eseri Tezkiretu’l-Mevduat, I/223’de, İmam Sahavî, el-Makasidu’l-hasene (Deylemi’den naklen), I/693, h.no: 1243.’de, El Munavî’nin Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278 (Deylemi’den naklen) de, Bayezid Bistamî Hazretleri’nin Miftahu’l-Cifr adlı eserinde dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu konusuyla ilgili hadislere yer verilmiştir. Bu da ehl-i sünnet alimlerinin ittifakla bu konuyu kabul ettiklerini gösteren çok açık bir delildir.
İslam Ahlakının Hakim Olmasında Hz. Mehdi (a.s.)’nin Önemi
Peygamberimiz (s.a.v.) başka birçok sahih hadisinde ise dünyanın sadece 1 günlük ömrü kalmış olsa bile Allah’ın o ömrü uzatıp Hz. Mehdi (a.s.)’yi mutlaka zuhur ettireceğini bildirmiştir. Bu son derece önemli bir açıklamadır. Çünkü Hz. Mehdi (a.s.)’nin Peygamberimiz (s.a.v.)’in rivayetine rağmen Hicri 1400’de çıkmayacağı gibi hadislere muhalif bir açıklamada bulunan söz konusu kişilerin bu hadisleri de göz ardı ettiği son derece ortadadır. Oysa Peygamberimiz (s.a.v.) bu hadisleriyle, Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhurunun ve onun vesilesiyle İslam ahlakının hakim olmasının insanlık için ne kadar önemli olduğuna çok açık şekilde dikkat çekmiştir.
“Abdullah (r.a) dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: Ehl-i beytimden ismi ismime mutabık olan bir kişi başa geçecektir... DÜNYANIN ANCAK BİR GÜNLÜK ÖMRÜ KALMIŞ OLSA, ONUN (HZ. MEHDİ (A.S.)’NİN) BAŞA GEÇMESİ İÇİN CENAB-I ALLAH O GÜNÜ BEHEMEHAL UZATIR.” (Sünen-i Tirmizi 4/92)
Hz. Ali‘den rivayet olduğuna göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“KIYAMETİN KOPMASI İÇİN ZAMANDA SADECE BİR GÜNDEN BAŞKA VAKİT KALMAMIŞ TA OLSA, ALLAH (CC) BENİM EHL-İ BEYTİMDEN BİR ZATI GÖNDERECEK.” (Sünen-i Ebu Davud, 5/92)
“İbn-i Mace ve Ebu Naim, Ebu Hüreyre‘den tahric ettiler, o dedi, Peygamber (s.a.v) buyurdu: EĞER DÜNYADAN BİR GÜN KALSA, ALLAH O GÜNÜ UZATIR VE EHL-İ BEYTİMDEN BİRİSİNİ MELİK KILAR.” (Kitab-ül Burhan Fi Alameti-il Mehdiyy-il Muntazar, 10 El-Kavlu-l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, 27 Ölüm-Kıyamet -Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s. 437)
Bu nedenle; sözde Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhurunun, ilk çeyreğinin geçtiği bu nedenle de zuhurunun bir dahaki yüzyıla kaldığı gibi hadislere dayalı olmadan, tamamen mantık dışı ve uydurma açıklamalar yapan bu kişilerin bu hadisleri yeniden tefekkür etmesi ve üzerinde düşünmesi gerekmektedir.
Allah’ın, “dünyadan bir gün kalsa bile o günü uzatıp Hz. Mehdi (a.s.)’yi zuhur ettireceğini” bildiren Peygamberimiz (s.a.v.)’in sözleri, Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhuru için gerekirse zamanın uzatılacağı yönündedir. Demek ki böyle bir durumda Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhuru -bu şahısların iddia ettiği gibi- yüz sene sonrasına ertelenip bu yüzyılda beklenmekten vazgeçilmeyecek, aksine Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhuru yine Hicri 1400 içinde beklenmeye devam edilecektir. Şu çok önemlidir ki Hicri 1499 senesinin son gününe kadar Hicri 1400’lü yılların içinde olunur. Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhuru için Allah’ın gerekirse zamanı uzatması da yine Hicri 1500’lere kadar olacak, Hz. Mehdi (a.s.) bu dönem içinde İslam ahlakını, faziletini ve Peygamberi-miz (s.a.v.)’in sünnetini dünyaya yayma çalışmalarına çeşitli şekillerde devam edecektir. Ancak söz konusu uzama dünyanın 7000 yıllık ömrünü aşmayacak bir uzama olacak, sonrasında ise Peygam-berimiz (s.a.v.)’in belirttiği; İslam ahlakının dünya üzerindeki etkisinin kalkmaya başlaması ani bir gerileme şeklinde değil aklın ihtiyarini kaldırmadan yavaş yavaş meydana gelecektir. Ardından dünyanın 7000 yıllık ömrünün sonu olan kıyametin kopması olayı da Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi inşaAllah Hicri 1500’ler itibariyle beklenecektir. (Doğrusunu Allah bilir.)
Peygamberimiz (s.a.v.)’den rivayet edilen hadise dayalı olarak Suyuti Hazretleri ise yaptığı açıklamada şöyle belirtmektedir:
“BENİM ÜMMETİMİN ÖMRÜ 1500 SENEYİ PEK GEÇMEYECEK.” (Suyuti, el-Keşfu an Mücavezeti Hazihil Ümmeti el-Elfu, el-havi lil Fetavi, Suyuti. 2/248, tefsiri Ruhul Beyan. Bursevi. (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’l-İlel, sh. 89)
Müslümanlar Muteber Ehl-i Sünnet Kaynaklarına İtibar Ederler
Eğer yazı boyunca hitap ettiğimiz şahıslar, kendilerinin Ehl-i Sünnet inancında olduklarına dair hiçbir kuşku olmadığını, Ehl-i Sünnet inancına tam ve kesin bağlı olduklarını iddia ediyor hatta kendilerini yetiştiren hocalarının bu konuda açık beyanı olduğunu söylüyorlarsa o zaman Ehl-i Sünnetin bu iki muteber ve muhterem aliminin kendi eserlerinde ifade ettikleri görüşlerini de kabul etmek durumundadırlar. Kendileri, bu büyük alimlerin ortak görüşüne tamamen ters düşecek ve hiçbir sahih hadise dayanmayan açıklamalarla Müslümanları meşgul etmemelidirler. Söz konusu kişilerin, Ehl-i Sünnet alimleri arasında son derece önemli yerleri olan Suyuti ve Seyyid El–Berzenci Hazretleri’nin ikisinin de kıymetli görüşleri, derin araştırma ve ilimleri ile böyle ortak bir kanıya vardıklarını kabul edip, içinde yaşadığımız dönemi mübarek Peygamberimiz (s.a.v.)’den rivayet edilen sahih hadisler doğrultusunda değerlendirmeleri ve buna göre görüş bildirmeleri gerekmektedir.
Bu kişiler kendilerine göre; hiçbir ayet ya da hadise dayandırmadan, akıl dışı mantıklar yürüterek Hz. Mehdi (a.s.)’nin çıkışını bir asır sonraya ertelemekte ve İmam Rabbani, Ebu Davud Hazretleri, Suyuti Hazretleri, Seyyid el Berzenci Hazretleri ve Üstad Said Nursi Hazretleri gibi Ehl-i Sünnet alimlerinin ittifakla kabul ettikleri “her yüz senenin başında Müslümanlar arasından dini bidatlerden ayıracak bir zatın çıkışını” müjdeleyen tüm hadisleri açıkça reddetmektedirler.
Unutulmaması gereken; Müslüman-ların böyle bir konuda kesinlikle Peygamberimiz (s.a.v.)’in; Ehl-i Sünnet alimlerince ittifakla sahih olduğu kabul edilen hadislerine itibar edecek olmalarıdır.
Risale-i Nur’da Kıyamet ile İlgili İzahlar
Hicri 1300’lerin ve son bin yılın en büyük müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ise İslam ahlakının hakimiyet süresi için Hicri 1500’leri vermiştir. Bediüzzaman bu tarihlere kadarki dönemin Müslümanların açık ve aşikar galibiyet dönemleri olacağını ifade etmiştir. Bundan sonraki yıllarda ise İslam ahlakının dünya üzerindeki yükseliş döneminin sona ereceği ve kafirler için bir kıyamet kopmasının Hicri 1545 itibariyle söz konusu olacağını söylemiştir. (Doğrusunu Allah bilir.)
“Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (kıyamete kadar) hak üzerinde olacaktır.”
“Ümmetimden bir taife..” fıkrasının (bölümünün) makam-ı cifrîsi (cifir hesâbına göre olan netice, sayı değeri) 1542 (2117) ederek nihayet-i devamına (varlığının sonuna) îma eder. “Hak üzerinde olacaktır.” (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1506 (2082), bu tarihe kadar zâhir ve aşikârane (açık ve ortada), belki galibane; sonra tâ 1542 (2117) ye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine (aydınlatma görevine) devam edeceğine remze (işarete) yakın îma eder. “Allah’ın emri gelinceye kadar” (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1545 (2120), kâfirin başında KIYAMET KOPMASINA îma eder. (Kastamonu Lahikası, s. 33)
Ümmetin Ömrü 1500 Seneyi Geçmeyecektir (Doğrusunu Allah Bilir)
Büyük ehl-i Sünnet alimi Berzenci Hazretleri de dünyanın ömrünün Hicri 1600’e ulaşmayacağını yani Hicri 1500’lü yıllar içinde kıyametin kopmasının Allah’ın izniyle beklendiğini ifade etmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)
“BU ÜMMETİN ÖMRÜ BİN SENEYİ GEÇECEK, FAKAT BİN BEŞ YÜZ SENEYİ AŞMAYACAKTIR...” (Kıyamet Alametleri, Medineli Allame Muham-med b. Resul el-Hüseyni el-Berzenci, Pamuk Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 299)

Basit Karakter Olaylardaki Hikmetleri Görmeyi Engeller

Basitlik, insanın, Kuran'da tarif edilen gerçek Müslüman karakterini yaşamamasından,imanını derinleştirmemesinden kaynaklanan ve tüm yaşamına hakim olan yüzeysel bir bakış açısıdır. Böyle bir kişi, yaşadığı ruh halinin gereği olarak, dar bir ufka sahiptir. Dünya üzerinde meydana gelen olaylardaki hikmetleri gereği gibi kavrayamaz ve doğru değerlendiremez. Oysaki kalbi sürekli Allah ile beraber olan ve ahiretteki sonsuz cennet hayatını kazanma şevki içinde yaşayan bir mümin, Allah'ın bir nimeti olarak güçlü bir ruh derinliğine sahiptir ve olayları yorumlama şekli de buna bağlı olarak en makul ve mantıklı şekildedir.
Basit karakterli insanlar, kendi küçük dünyalarında yaşarlar. Çevrelerinde ve dünya üzerinde meydana gelen olayları yorumlama şekilleri son derece yüzeyseldir. Dar bir düşünce yapısına ve bakış açısına sahip bu kişiler, olayları da dar bir çerçevede değerlendirirler. Bu dar bakış açısını genel olarak şu başlıklar altında ele alabiliriz:
Olayların Hayırlı Yönlerini Görememeleri
Basit insanların en belirgin özelliklerinden biri, sürekli olarak olumsuz yorumlar yapmalarıdır. Çoğu zaman olayların hayırlı yönlerini göremediklerinden, olaylardan mağdur olacakları, üzülecekleri, sıkıntıya düşecekleri yorumlar çıkarır ve haksızlığa uğradıklarına yönelik çıkarımlar yapma eğiliminde olurlar. Bunun en önemli nedeni din ahlakının özünü kavrayamamış olmalarıdır. Çünkü Kuran ahlakına göre yaşayan bir insan, olumsuz düşüncelerin etkisi altına girmemesi ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi gerektiğini bilir. Bu, Allah'ın Kuran'da bildirdiği önemli bir konudur:
“… Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.” (Yusuf Suresi, 87)
Sürekli Ümitsiz ve Karamsar Bir Bakış Açısına Sahip Olmaları
Basit karakterli insanlar; kendileri olumsuz yorumlar yaptıkları gibi, müminlerin her olaydaki hayır ve hikmetleri gören ve dile getiren yorumlarına da şaşırırlar. Kendilerinin felaket gibi yorumladıkları olayların tamamen Allah'ın kontrolünde olduğunu kavrayamazlar. Bu anlayışsızlıkları konuşmalarına da yoğun bir karamsarlık ve olumsuzluk olarak yansır. Genellikle İslam ahlakının insanlığa getirdiği barışı, güvenliği, rahatlığı, mutluluğu, güzellikleri anlatmazlar. Müslümanların yaptıkları hayırlı çalışma ve hizmetlerden, İslam ahlakını yaşamanın güzelliğinden ve kolaylığından, Allah'ın müminlerin üzerindeki rahmetinden bahsetmezler. Yaptıkları yorumların hemen hemen tamamına sızlanma ve çözümsüzlük hakimdir.
Bilmedikleri Konularda da Yorum Yapmaları
Basit karakterdeki bir insan bir konuyu iyi bilmese bile mutlaka yorum yapma ihtiyacı hisseder. Kuran ahlakına göre düşünmediğinden, bilmese bile bir konuyu biliyormuş gibi davranmakta bir sakınca görmez. Bunun sebebi kişinin, insanların gözündeki imajını zedelemekten çekinmesi ve "bilmiyorum" demenin nefsine ağır gelmesidir. Oysa Allah Kuran'da zan ve tahminlere dayalı, doğru olmayan açıklamalar yapan insanların gafil insanlar olduklarına dikkat çeker:
"Kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler'; Ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler." (Zariyat Suresi, 10-11)
Olayları Abartılı Şekilde Anlatmaları
Basit insanın bir başka yönü de, insanların dikkatlerini üzerine çekmek için olayları abartarak anlatmasıdır. Söyle-diklerini etrafındakilerin dinlemelerini sağlamak, onları güldürmek, kendisini sempatik bulmalarını sağlayarak dikkat çekmek gibi basit amaçları için çok rahatlıkla abartılı anlatımlar yapmaktan, karşı tarafa doğruluğu şüpheli olan ilginç bilgiler aktarmaktan çekinmez. Hatta çoğu zaman bu yönde inatçı tartışmalara, sözlü çekişmelere girmekten de kaçınmaz.
Bu basit karakterdeki kişiler dikkatlerini, Allah'ın razı olduğu ahlakı göstermeye değil de daha ağırlıklı olarak kendilerini ön plana çıkarmaya, insanların rızasını kazanmaya yönelttikleri için bu üslubun temelde yalan üzerine kurulu olmasını önemsemezler. Hatta yaptıkları bu abartılı konuşmaları yalandan saymaz, zararsız bir sohbet ya da masumane bir eğlence olarak göstermeye çalışırlar. Oysa Kuran'da "...yalan söz söylemekten de kaçının." (Hac Suresi, 30) buyrulmaktadır. Bu sebeple küçük büyük, zararlı zararsız diye düşünmeden yalan söylemekten kaçınmak gerekir.
Mümin Basitlikten Uzak, Asil ve Kaliteli Bir Karaktere Sahiptir
Allah'ın yüceliğini hakkıyla takdir edebilen bir kimse, yaptığı işlerin her aşamasında yüksek bir ahlak gösterir. Samimi bir Müslüman, Allah korkusu ve Allah sevgisiyle hareket ettiği için, tavır ve konuşmalarında her zaman vicdanını, aklını ve iradesini kullanır. Allah'ın Kuran'da emrettiği gibi sözün en güzelini söyler, en güzel davranışlarda bulunur. Olayları Kuran ahlakıyla değerlendirdiği için de Allah’ın izniyle her zaman en akılcı kararları alır. Mümin kimsenin olayları yorumlama biçiminde ortaya çıkan bu asil karakterinden bazı örnekler şöyledir:
Her Olayın Ardındaki Hayır ve Hikmeti Görür
Mümin Allah’ın kaderde her şeyi bir hayırla yarattığına kesin olarak iman eder. Bu yüzden onun için üzücü, kötü, ters bir olay yoktur. Meydana gelen her olay Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğinden hepsinde bir güzellik, hayır ve hikmet olduğunu bilerek bu olayları değerlendirir. Alması gereken dersleri alır, hatası varsa tevbe eder ve her olayda Allah’ın rızasını aramaya devam eder.
Olumlu, Ümitvar Bir Bakış Açısına Sahiptir
İnsanın karşısına bir zorluk çıkacaksa o zorluğu yaratacak olan da Allah'tır ve herşeyde olduğu gibi zorlukların da tümünde insan için bir hayır ve güzellik vardır. Allah'ın yardımıyla aşılamayacak hiçbir zorluk yoktur. Bunun bilincindeki Müslüman, her zaman her konuda ümitvar bir ahlak sergiler. Dolayısıyla üslup ve konuşmalarında olumsuz bir yoruma ve vurguya yer olmaz. Karşısına çıkan her olayı hayırlı görür, "acaba sonuç ne olacak", "ya şöyle olursa..." gibi olumsuz bir üslup kullanmaz. Allah, Peygamberimiz (sav) döneminde bir zorluk anında sahabelerin kullandıkları güzel üslubu, Kuran’da şu şekilde bildirmiştir: “Mü'minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu, Allah'ın ve Resûlü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir." Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzab Suresi, 22)
Mütevazı ve Aczini Bilen Bir Anlayışa Sahiptir
Bir insan ne kadar çok şey bilirse bilsin mutlaka bilmediği konular da olacaktır. Bu yüzden insanın her konuyu biliyor gibi davranmaya çalışması son derece hatalı bir davranıştır. Ancak sonsuz akıl ve ilim sahibi Yüce Allah, herşeyin bilgisine sahiptir. Kaldı ki insanın pek çok konuda bilgisi olsa bile Allah'ın "... her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf Suresi, 76) ayetini unutmaması gerekir. Allah bu ayetle, insanların ne kadar bilgi sahibi olurlarsa olsunlar bu konuda kibire kapılacakları bir durumları olmadığına dikkat çekmiş ve onları tevazulu olmaya yöneltmiştir.
Gerçekten Allah'tan korkan bir insan, doğruluğu hakkında şüphe duyduğu bir bilgiyi aktarmaktan ya da emin olmadığı bir sözü söylemekten çekinir. Zandan, tahminden ve tereddütlü bir bilgiyi savunmaktan, üzerine yorumlar yapmaktan kaçınır. Böyle bir durumla karşılaştığında bilgisi olmadığını söylemekten ise kesinlikle çekinmez. Çünkü bunun aksi, Allah'ın, "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra Suresi, 36) ayetinde bildirdiği gibi, kişiyi büyük bir sorumluluk altında bırakabilir. Mümin her zaman aczini bilen bir üslupla olayları yorumlar, yorum ve tespitlerinin sonunda “Doğrusunu Allah bilir” der.
Sonuç: “… Eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (Al-i İmran Suresi, 139)
Yazı boyunca basit ahlak yapısına sahip insanların yaşamlarından verdiğimiz örnekler, günlük hayatta hemen herkesin karşılaştığı bu tür insanların olayları yorumlama şekillerinden sadece birkaç tanesidir. Yaşama amacının farkında olmayan ve dolayısıyla Allah'ın rızasını kazanıp cennete girmeyi gerçek anlamda ummayan kimseler, nefislerinin gösterdiği yola uyarak bunlar gibi daha pek çok basit özelliğe kolaylıkla meyledebilirler.
Müminler ise Allah'ın bir nimeti olarak güçlü bir ruh derinliğine sahiptirler. Müminin ruhundaki bu kalite, gördüğü güzelliklerden aldığı hazda, olaylar karşısındaki duyarlılığında, olayların hikmetini kavramadaki şuur açıklığında, ince düşüncesinde, olayları yorumlama biçiminde kısacası hayatının her anında önemli bir farklılık oluşturur. Bu nedenle Kuran ahlakını yaşayan müminler çok güzel ahlaklı, asil bir ruha sahip, derin düşünen, hedefleri, düşünceleri geniş olan insanlardır.
Akıl sahibi ve güzel ahlaktan hoşlanan bir insan karşısındaki kişinin konuşmalarındaki abartılı, doğru olmayan açıklamaları ve onların yüzeysel bakış açılarını fark edebilir. Bu kişilerin yanlış bakış açılarından kurtulmaları amacıyla, bunları doğru olacak şekilde düzeltmesi için kişiyi teşvik eder. Kendisi de böyle bir duruma düşmekten şiddetle sakınır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de mütevazı olmanın güzelliğini bir hadis-i şerifinde şöyle belirtmiştir: ”Allah için mütevazı olanı Allah yüceltir. Böbürleneni Allah alçaltır. Allah'ı çok ananı Allah sever.” (İbn Mace İhya'u Ulum'id-Din Huccetü'l-İslam, İmam Gazali, cilt. 4, s.655)

İyi ve Kötünün Yaratılmasındaki Sır

Bu dünya hayatı, Allah’ın yarattığı özel bir imtihan ortamıdır. İşte bu sebeple dünya hayatı, iyilerin yanında kötülerin de olduğu, insanların denendiği geçici bir yaşamdır. Bunun elbette çok büyük hikmetleri vardır. İyinin yanında kötünün görülmesi, insanların cennetin kıymetini anlayabilmeleri için gereklidir.
İnsanlar, iyi ve kötünün birbirinden ayrıldığı bu ortamda Rabbimiz’in izniyle güzel tavır göstermekle denenmektedirler.Dünya hayatı iyi ve kötülerin daimi bir mücadele içinde olduğu bir yerdir. Fakat bu dünyada kötülük ve iyilik, birkaç özelliğe göre belirlenmiş değildir. Kötü ile iyi, birbirinden tümüyle farklı, çok kapsamlı ve detaylı özel karakter niteliklerine sahiptirler. Kötü olan tamamen şeytanın yönlendirmesi ile hareket ederken, iyi olan vicdanına göre davranır. Kötü olanın Allah korkusundan kaynaklanan bir sınırı olmaz, her şeyi yapmaya hazırdır. Durum ve şartlar gerektirdiğinde, yalan söyleyebilir, iftira atabilir, haram yiyebilir, vefasızlaşır, hainlik yapar, menfaatini karşısındakine tercih eder, kindardır, kıskançtır, dengesizdir, entrikacıdır. Allah’tan korkusu olmadığından her türlü hainliği, her türlü kötülüğü yapabilecek potansiyeldedir. Çok dengesi bozulduğunda bir insanın canına kastetmemek için hiçbir engeli yoktur. Kötülük yaptıkça şeytanın daha fazla himayesine girer, daha fazla kötülük yapmaya yönelir.
Şeytanın kontrolündeki insanlar, nimetin güzelliğini, zevkini yaşamaları gerekirken, kötülük yapmanın, insanları zora sokmanın, karanlık, kabus ve korku getirmenin peşine düşerler. Yaşadıkları dünya hayatına farklı bir şekilde bakarlar. Ömürlerinin kısa olduğunu bilmelerine rağmen, bu kısa zamanı, kendi menfaatlerini düşünerek, hırs içinde ve düşmanlıkla geçirmeyi tercih ederler. Mücadeleleri ise, sürekli olarak iyi olanlarladır. İyi olanlar ise, Allah korkusu ile hareket eden insanlardır. Bu insanlar için dünyada yaratılmış güzellikler birer nimettir. Allah korkusu onları hayatları boyunca iyi ve güzel davranışlarda bulunmaya, vefalı ve dürüst olmaya, asla haram yememeye, kimsenin hakkına tecavüz etmemeye, kendinden önce başkalarını üstün tutmaya, dost ve kardeş olmaya, güvenilir yaşamaya, arkadan plan kurmamaya, entrika yapmamaya yöneltir. Böyle bir insan yaşamının her anında güzel ahlaklıdır. Dengesizleştiği, sürpriz karakterler gösterdiği, kendisini kaybedip tanınmaz hale geldiği anlar yoktur. İyi olan, Allah korkusu ile hareket ettiği için, ortam ve şartlar ne olursa olsun mutlaka Kuran’a uygun davranır. İşte bu, iyi olanları kötü olanlardan ayıran en önemli farktır. Bu aynı zamanda kötülerin iyilere olan ezeli düşmanlığının da sebebidir. Onlar, Allah’ın güzel gördüklerinin tümüne savaş açmış olduklarından, Allah’ı sevenlere de düşmandırlar. Bu dünya hayatı, iyilerle kötülerin birbirlerinden ayrıldığı bir imtihan ortamı olduğundan her ne zaman dünyada bir kargaşa ve kötülük olsa, Kuran’a uygun yaşamanın gerekliliği ile karşılaşılır. Dünya ancak Allah’ın rızasına uygun ve dolayısıyla Kuran’a uygun yaşandığında mutlak dostluğun, kardeşliğin, dürüstlüğün, sevgi ve merhametin yaşandığı kusursuz bir yer haline gelecektir. Dünyanın Kuran’da tarif edildiği şekilde yaratılmış bir yer olması, ahiretin varlığının da önemli bir kanıtıdır. İnsanlar Kuran’a uyup uymayacaklarına göre bu dünyada imtihan edilmektedirler. Yüce Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Kusursuzluk, Allah’ın yarattığı ebedi cennette sonsuza kadar tecelli edecektir. Yüce Rabbimiz, kusursuzluk sanatını, cennette en güzel nimetlerle salih müminlere sunacaktır. Cennet, hiçbir kötülüğün, acizliğin, hüznün ve korkunun olmadığı, güzelliğin sonsuza kadar sunulduğu bir mekandır. Nimetlerin en güzelini ve kusursuzunu yaratmaya kadir olan Allah’ın üstün sanatı tecelli eder. Yüce Rabbimiz ayetlerinde şu şekilde haber vermiştir.Ona yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlar şahid olurlar. Gerçek şu ki, ebrar olanlar, elbette nimetler içindedirler. Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmektedirler. (Mütaffifin Suresi, 21-23)

Şeytanın Emri Düşünmeyin!

Düşünme yeteneği insana kısa dünya hayatında verilen en büyük nimetlerden biridir. Çünkü insan, ancak derin düşünerek Allah'ın sonsuz gücünün, kainattaki kusursuz sanatının farkına varır. Düşünen bir insan dünya üzerindeki her ayrıntının pek çok hikmetle yaratıldığını, ölümün yakın olduğunu ve dünya hayatında yerine getirmesi gerekenbazı sorumlulukları olduğunu kavrar.Kuran'da pek çok ayette ancak düşünen insanların öğüt alabileceği, Allah'ın varlığının delillerini ancak onların görebileceği bildirilmiştir.
Nitekim Kuran'ın indiriliş amacı "(Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." (Sad Suresi, 29) ayetinde haber verildiği gibi, insanların iyice düşünmeleridir.Ancak insanların büyük bir bölümü düşünmeyi bir zorluk olarak görür. Hatta bu insanlar, düşünmenin hayatlarına ve kurulu düzenlerine zarar vereceğine inanırlar. Bu anlayışa göre "zararların en önemlisi" insana dünya hayatlarındaki sorumluluklarını hatırlatmak, içinde bulundukları gaflet halinden onları çıkarmaktır. Çünkü düşünmemek insanı zihnin tamamen boşaltıldığı bir çeşit uykunun içine sürükler. Bu uyku adeta bir büyü gibi kişiye tüm sorumluluklarını, kendisinin niçin var olduğunu, hayattaki amacını, bir gün öleceği gerçeğini unutturur. Bu uykunun başka bir türü ise dünya hayatının günlük ve rutin işlerine kendini kaptırmaktır. Belki bu insanlar gün içinde pek çok şey düşünüyor, karar veriyor ya da çözümler üretiyor gibi gözükebilirler; ama gerçekte düşündükleri şeyler günlük koşuşturmacanın ayrıntılarından başka birşey değildir. Bu düşüncelerin hiçbiri insanın yaratılış amacı, dünya hayatının gelip geçici olduğu ve her canlının bir gün gelip toprak olacağı ile ilgili değildir. Ezberlenmiş, öğretilmiş, kalıplaşmış, alışılmış hareketler, konuşmalar ve tavırlar insanların tüm hayatını o kadar kaplar ki, kendileri için hayati öneme sahip gerçekler üzerinde düşünmeye gerek dahi duymazlar. Ancak bu büyük bir hatadır, çünkü dünya üzerindeki herşey bir amaç üzerine var edilmiştir. Allah kainattaki her ayrıntıyı insanların üzerinde düşünmeleri için yaratmıştır. Nitekim Allah Kuran'da, "ölümü ve hayatı kimin daha güzel davranışta bulunacağını denemek için" (Mülk Suresi, 2) yarattığını bildirmiştir. İnsan kısa dünya hayatı boyunca tüm yapıp ettikleriyle denenmektedir. Kendisini yaratan ve ölümünden sonra tekrar diriltip, hesaba çekecek olan Allah'a karşı büyük bir sorumluluğu vardır. Kuran'ı okumak, dinlemek, ayetler üzerinde düşünmek ve anlayıp uygulamak da iman eden bir kişinin en başta gelen sorumluluklarından biridir. Allah bu gerçeğe, "Onlar, yine de o sözü (Kur'an'ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" (Müminun Suresi, 68) ayetiyle dikkat çekmiştir. Düşünen kişi, kainattaki bu kadar ince nizamın ve kusursuz tasarım örneklerinin tesadüfen meydana gelemeyeceğine, var olan herşeyin bir Yaratıcı'sı olduğuna kanaat getirecektir. Çevresindeki yaratılış mucizelerini derin derin düşündükçe Allah'ın varlığının delillerini, O'nun yarattığı detaylardaki hikmetleri görerek Allah'a teslim olacak ve sadece O'nun rızasını kazanmak için yaşayacaktır. Bu gerçeğin farkında olan şeytan insanların gaflet içinde bir hayat sürmelerini, Allah'ın ayetlerinden uzak durmalarını, bunun için de düşünmemelerini ister. Allah şeytanın bu hedefini şu şekilde bildirir:
Dedi ki: "... onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım..." (A'raf Suresi, 16-17)Şeytan bu nihai hedefine ulaşmak için insanları gaflet haline düşürecek çok özel ortamlar hazırlar. Bunun için insanların zayıf yönlerini kullanarak ince planlar yapar, senaryolar oluşturur ve bunları insan nefsinin en çok hoşlanacağı, en çok zevk alacağı hale getirmeye çalışır. Dinden uzak insanlar da böyle ortamlarda, iman eden kişilerin aksine Allah'ı unutarak, ahireti hiç düşünmeyerek gaflet içinde bir ruh haline girerler. Gaflete kapılıp gerçeklerden kaçan insan, ölüm meleklerini hiç beklemediği bir anda karşısında gördüğü zaman ise artık herşey için çok geçtir. Çünkü kişi dünya hayatını boş amellerin peşinde, çirkin tavırlarla geçirmiş ve Kuran ayetlerini düşünmekten şiddetle kaçmıştır. Düşünmemek için türlü yöntemler denemiş, şeytanın oyunlarına kanmıştır. Oysa ölümü, hayatın geçiciliğini, Allah'a karşı sorumluluklarını düşünen bir kimsenin böyle gafil bir hali kabullenmesi mümkün değildir. Allah'ın her an canını alabileceğini bilen, ölümün ne kadar yakın olduğunun farkında olan, ağzından çıkan her sözden, aklından geçen her düşünceden ve yaptığı her hareketten hesaba çekileceğinin şuurunda olan bir kişi, nasıl bir ortamda olursa olsun bu gerçekleri unutmaz, aklından çıkarmaz ve gaflete kapılmaz. Unutulmamalıdır ki, bir mekanda Kuran ahlakına uygun şekilde eğlenmek yerine taşkınlık yapan bir kişiye de, o taşkınlıkları teşvik edenlere de ölüm aynı yakınlıktadır. Belki o kişi dışarı çıkar çıkmaz ölüm melekleriyle karşılaşacak, hiç beklemediği bir anda kendini hesap verirken bulacaktır. İşte ölüm insana bu kadar yakınken, kişinin gaflet içinde hayatına devam etmesi, freni kopmuş bir kamyonun hızla üstüne geldiğini gördüğü ve çarpıp onu parçalayacağını bildiği halde imkanı varken önünden çekilmemesine benzemektedir. Kişi isterse ömrü boyunca yüzlerce, binlerce kez taşkınlıklar sergilemiş, hatta bütün hayatını böyle geçirmiş olsun, ölüm melekleri canını alırken tüm yaşadıklarını geride bırakacaktır. İnsan eğer bu zamanlarını Allah'ın varlığından gafil bir halde geçirdiyse, o gün, cahiliye toplumlarında "dünyayı doya doya yaşamak" şeklinde ifade edilen bu hayatın, kendine kayıptan başka birşey getirmediğinin farkına varacaktır. Allah'ı ve hesap gününü unuttuğu için yaptığı her türlü taşkınlığın pişmanlığını yaşayacaktır. Allah Kuran'da inkarcıların içinde bulundukları gaflet haliyle, kendilerine gelen hatırlatmalara verdikleri tepkileri şöyle bildirmiştir:
"İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır..." (Enbiya Suresi,1-3)

İnsanlara Sunulan Bir Nimet:Yağmur

Her yıl gökyüzüne buharlaşan ve tekrar yeryüzüne yağmur olarak düşen su miktarı “sabit”tir: 16 milyon ton. Bu sabit miktar, Kuran’da “belli bir miktar su”yun gökten indirilmesi olarak haber verilmektedir.

"O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir." (Zuhruf Suresi, 11)

Her an milyonlarca metre küp su, okyanuslardan atmosfere, oradan da karalara taşınır. İnsan yaşamı, ancak bu dev su dolaşımı sayesinde sürebilmektedir. Eğer bu dolaşımı biz organize etmeye kalksaydık, kuşkusuz Dünya'nın tüm teknolojisini biraraya getirsek dahi başaramazdık. Ancak buharlaşma yoluyla, hayatımızın birinci şartı olan su, bize masrafsız ve zahmetsiz bir biçimde verilmektedir. Her yıl okyanuslardan 45 milyon metre küp su buharlaşır. Buharlaşan su, bulutlar haline sokulup rüzgarlar vasıtasıyla karalara taşınır. Böylece her yıl 3-4 milyon kilometre küp su, okyanuslardan karalara, yani bize ulaşmış olur.

Kısacası, bizim hiçbir şekilde dolaşımını kontrol edemediğimiz ve onsuz birkaç günden fazla yaşayamayacağımız su, bizlere özel olarak gönderilmektedir. Kuran'da, bunun insanın "şükretmesi" için en açık işaretlerden biri olduğunu Allah şöyle haber vermektedir:

"Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi, 68-70)

YAĞMURUN BİR ÖLÇÜYE GÖRE İNDİRİLMESİ

Kuran'da, Zuhruf Suresi'nin 11. ayetinde yağmur, "ölçü" ile inen bir su olarak şöyle tarif edilmektedir:

"O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir." (Zuhruf Suresi, 11)

Gerçekten de yağmur yeryüzüne şaşmaz bir ölçü içinde inmektedir. Yağmurun sahip olduğu ölçülerden birincisi düşüş hızıyla ilgilidir. Yağmur damlasıyla aynı ağırlık ve büyüklükteki bir cisim 1200 metreden bırakıldığında giderek hızlanacak ve yere yaklaşık 558 km/saatlik bir hızla düşecektir. Eğer yağmur damlası da bu yükseklikten aynı şekilde düşecek olsaydı, bu durumda tüm ekinler tahrip olacak, yerleşim alanları, evler ve arabalar hasar görecek, insanlar gerekli tedbirleri almadan yürüyemeyeceklerdi.

Fakat böyle bir olay hiçbir zaman yaşanmaz; yağmur damlaları ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler, yeryüzüne ulaştıklarında ortalama hızları sadece saatte 8-10 km'dir. Bunun sebebi ise, yağmur damlasının atmosferin sürtünme etkisini artıran ve yere daha yavaş düşmesini sağlayan bir biçime sahip olmasıdır. Eğer yağmur damlası farklı bir şekilde olsaydı veya atmosferin sürtünme özelliği bulunmasaydı, her yağmur yağışında yeryüzünün nasıl bir felaketle karşı karşıya geleceğini anlamak için şu rakamlara bakmak yeterli olacaktır:

"Yağmur bulutlarının minumum yüksekliği 1200 metredir. Bu seviyeden düşen tek bir damlanın yaptığı etki, 1 kilogramlık bir ağırlığın 15 cm yükseklikten aşağı bırakılmasına eşittir. Ancak 10.000 metre yükseklikte de yağmur bulutları bulunabilmektedir ki, bu kez tek bir damla, 1 kilogramlık ağırlığın 110 cm yükseklikten aşağı bırakılmasına eşit bir etki gösterecektir."

Diğer taraftan yeryüzünde bir saniyede 16 milyon ton su buharlaştığı hesaplanmıştır. Bu aynı zamanda, bir saniyede Dünya'ya yağan yağmur miktarıdır. Bir yıl içinde bu miktar 505 x 1012 tona ulaşmaktadır. Yani su sürekli bir çevirim dengesiyle, "bir ölçüye göre" dönüp dolaşmaktadır.www.belgeseller.net

Yağmurun içerdiği ölçüler bu kadarla kalmamaktadır. Örneğin, yağmurun indiği atmosfer katmalarında ısı, sıfırın altında 40°C'ye kadar düşmektedir. Ancak su burada asla buz kalıplarına dönüşmez. Bunun sebebi atmosferdeki suyun "saf su" niteliğinde olmasıdır. Bilindiği gibi saf suyun bir özelliği çok düşük ısılarda bile donmamasıdır.

YAĞMURUN OLUŞUMU

Yağmurların oluşması için gerekli evrelerin neler olduğu ancak hava radarlarının keşfiyle ortaya çıkarıldı. Buna göre yağmur 3 evreden geçerek oluşuyordu: Birincisi rüzgarın oluşması, ikincisi bulutların meydana gelmesi, üçüncüsü yağmur damlacıklarının ortaya çıkışı. Kuran'da yağmurun oluşması ile ilgili olarak aktarılanlar da, söz konusu bulgularla büyük bir paralellik göstermektedir:

"Allah rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda Kendi kullarından dilediğine verince hemen sevince kapılıverirler."(Rum Suresi,48)

BİRİNCİ EVRE: "Allah rüzgarları gönderir..."
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli patlamakta ve su damlacıkları sürekli gökyüzüne fırlamaktadır. Tuzca zengin bu damlacıklar daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarı doğru yol alırlar. Aerosol adı verilen bu küçük parçacıklar, su tuzağı işlevi görür ve yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar.

İKİNCİ EVRE: "...böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar..."
Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerreciklerinin etrafında yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bu bulutlar içerisindeki su damlacıkları çok küçük olduklarından (0.01 ila 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece gök bulutlarla kaplanır.

ÜÇÜNCÜ EVRE: "...nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün."
Tuz kristallerinin veya toz zerreciklerinin etrafında biraraya gelen su parçacıkları iyice yoğunlaşır yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar buluttan ayrılır ve yağmur şeklinde düşmeye başlarlar. www.harunyahya.org

YAĞMUR SUYUNUN TATLI OLMASI

Bilindiği gibi, yağmur suyunun kaynağı buharlaşmadır ve buharlaşmanın %97'si "tuzlu" okyanuslardan olmaktadır. Oysa yağmur suyu tatlıdır. Yağmurun tatlı olmasının sebebi Allah'ın koyduğu başka bir kanundur. Bu kanuna göre, su, ister tuzlu denizlerden, ister mineralli göllerden, ya da çamurların içinden buharlaşsın yanında başka hiçbir yabancı madde taşımaz. "Biz, gökten tertemiz su indirdik..." (Furkan Suresi, 48) hükmü gereği, duru ve tertemiz bir biçimde yere iner.

Kuran'da, yağmurun "tatlı" oluşuna da Allah şöyle dikkat çekmektedir:

"Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi, 68-70)

"...Size tatlı bir su içirmedik mi?" (Mürselat Suresi, 27)

"Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız." (Nahl Suresi, 10)

YAĞMURUN ÖLÜ BİR BELDEYİ CANLANDIRMASI

Kuran'da Allah, yağmurun "ölü bir beldeyi diriltme" işlevine birçok ayette dikkat çeker:

"...Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için." (Furkan Suresi, 48-49)

Yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır.

Denizlerden buharlaşarak bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı "canlandıracak" bazı maddeler içerirler. Bu "canlandırıcı" özellikli yağmur damlalarına 'yüzey gerilim damlaları' adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katmanı dedikleri üst kısımda oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonun bozulmasından gelen pek çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor, magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır çinko, kobalt, ve kurşun gibi ağır metalleri seçip ayırarak, kendi içlerinde toplanırlar. Yeryüzündeki tohum ve bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar.

Kuran'da, bir başka ayette Allah bu olayı bize şöyle bildiriyor:

"Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik." (Kaf Suresi, 9)

Yağışlarla toprağa inen bu tuzlar, verimi artırmak için kullanılan geleneksel gübrelerin bazılarının (kalsiyum, magnezyum, potasyum v.b.) küçük örnekleridir. Bu tür aerosellerde bulunan ağır metaller ise, bitkilerin gelişiminde ve üretiminde verimlilik artırıcı elementleri oluştururlar.

Kısacası, yağmur önemli bir gübredir. Fakir bir toprak, yalnızca yağmur aracılığıyla gelen bu gübrelerle bile, yüzyıllık bir süre içinde bitkiler için gereken tüm elementleri kazanabilir. Ormanlar da, yine bu deniz kökenli aerosoller yardımıyla gelişir ve beslenirler. Bu yolla, her yıl kara parçalarının toplam yüzeyi üzerine 150 milyon ton gübre düşmektedir. Bu doğal gübreleme işleyişi olmasaydı, Dünya üzerinde çok daha az bitki olacak, hayat dengesi bozulacaktı. www.kuranmucizeleri.com

Yüce Rabbimiz’in belli bir miktar suyu gökten indirmesi, bu suyun içilebilecek tadda olması, ölü bir beldeyi canlandırması şüphesiz O’nun bize verdiği büyük bir nimettir.

“Görmüyor musun; gerçekten Allah, gökyüzünden su indirdi de onu yerin içindeki kaynaklara yürütüp-geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler çıkarıyor. Sonra kurumaya başlar, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da onu kurumuş kırıntılar kılıyor. Şüphesiz bunda, temiz akıl sahipleri için gerçekten öğüt alınacak bir ders (zikr) vardır.” (Zümer Suresi, 21)

Kuran'da Her Türlü Bilgi Vardır

KURAN ALLAH KATI’NDAN HAK OLARAK İNDİRİLMİŞTİR:

Bu, Allah'ın Kitab’ı şüphesiz hak olarak indirmesindendir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise uzak bir ayrılık içindedirler. (Bakara Suresi, 176)
O, sana Kitab’ı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi... (Al-i İmran, 3)
Ey insanlar Rabbinizden size 'kesin bir kanıt (burhan)' geldi ve size apaçık bir nur (Kur'an) indirdik. İşte Allah'a iman edenler ve O'na sarılanlar, onları Kendisi'nden olan bir rahmetin ve bir fazlın içine yerleştirecektir ve onları Kendisi'ne varan dosdoğru bir yola yöneltip-iletecektir. (Nisa Suresi, 174-175)
Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap'tır. Şu halde ona uyun ve korkup-sakının. Umulur ki esirgenirsiniz. (Enam Suresi, 155)
Rabbinizden size indirilene uyun, O'ndan başka velilere uymayın. Ne az öğüt alıyorsunuz? (Araf Suresi, 3)
Elif, Lam, Mim, Ra. Bunlar Kitab'ın ayetleridir. Ve sana Rabbinden indirilen haktır. Ancak insanların çoğu iman etmezler. (Rad Suresi, 1)
Hiç şüphesiz, zikri (Kur'an'ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)
Biz onu (Kur'an'ı) hak olarak indirdik ve o hak ile indi; seni de yalnızca bir müjde verici ve uyarıp-korkutucu olarak gönderdik. (İsra Suresi, 105)
Hamd, Kitab'ı kulu üzerine indiren ve onda hiçbir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir. (Kehf Suresi, 1
Böylece Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur. (20/113)
Andolsun, size (bütün durumlarınızı kapsayan) zikrinizin içinde bulunduğu bir kitap indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Enbiya Suresi, 10)
Andolsun, size açıklayıcı ayetler, sizden önce gelip geçenlerden bir örnek ve takva sahipleri için bir öğüt indirdik. (Nur Suresi, 34)
Andolsun Biz, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola yöneltip-iletir. (Nur Suresi, 46)
Kendilerine okunmakta olan Kitab'ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu? Şüphesiz, bunda iman eden bir kavim için gerçekten bir rahmet ve bir öğüt (zikir) vardır. (Ankebut Suresi, 51)
Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik. (Sakın) Hainlerin savunucusu olma. (Nisa Suresi, 105)
(Kur'an) Güçlü ve üstün olan, esirgeyen (Allah')ın indirmesidir. (Yasin Suresi, 5)
Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma. (Enam Suresi, 114)
Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hakkın ta kendisi olduğunu ve üstün, güçlü, övülmeye layık olan (Allah)ın yoluna yöneltip- ilettiğini görüyorlar. (Sebe Suresi, 6)
Andolsun, Biz öğüt alıp-düşünsünler diye, sözü birbiri ardınca dizip-indirdik. Bu (Kur'an)dan önce, kitap verdiklerimiz buna inanmaktadırlar. Onlara okunduğu zaman: "Biz ona inandık, gerçekten o, Rabbimiz'den olan bir haktır, şüphesiz biz bundan önce de Müslümanlar idik" derler. (Kasas Suresi, 51-53)
Gerçekten o (Kur'an), alemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir. Onu Ruhu'l-emin indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça bir dille. Ve hiç şüphesiz, o (Kur'an), geçmişlerin kitaplarında da vardır.
İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi onlar için bir delil (ayet) değil mi? Onu Arapça bilmeyen birine indirmiş olsaydık. Böylece onlara okusaydı, yine ona iman edecek değillerdi. (Şuara Suresi, 192-199)
Elbette bu, bir Kur'an-ı Kerim'dir. Saklanmış-korunmuş bir Kitap'ta (yazılı)dır.
Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz. Alemlerin Rabbinden indirilmedir. (Vakia Suresi, 77-80)
Şüphesiz Biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak, hak (Kur'an) ile gönderdik.Sen cehennemin halkından sorumlu tutulmayacaksın. (Bakara Suresi, 119)
İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir; sana bunları hak olmak üzere okuyoruz.Öyleyse onlar, Allah'tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze iman edecekler? (Casiye Suresi, 6)
(Bir de) Kendilerine ilim verilenlerin, bunun (Kur'an'ın) hiç tartışmasız Rablerinden olan bir gerçek olduğunu bilmeleri için; böylelikle ona iman etsinler ve kalpleri ona tatmin bulmuş olarak bağlansın. Şüphesiz Allah, iman edenleri dosdoğru yola yöneltir. (Hac Suresi, 54)
KURAN ALLAH’TAN BİR NUR, BİR YOL GÖSTERİCİ, BİR HİDAYET VE RAHMETTİR
... Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim... (Maide Suresi, 3)
Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir Kitap'tır. (Bakara Suresi, 2)
Bu (Kur'an) insanlar için bir beyan sakınanlar için de bir hidayet ve öğüttür.(Al-i İmran Suresi, 138)
Ey Kitap Ehli, kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve birçoğundan geçiveren elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)
Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun. (Şura Suresi, 52)
Andolsun, Biz onlara bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. (Araf Suresi, 52)
Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi. (Yunus Suresi, 57)
Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik. (İbrahim Suresi, 1)
Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitab'ı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl Suresi, 89)
Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz. (İsra Suresi, 82)
Ve gerçekten o, mü'minler için bir hidayet ve bir rahmettir. (Neml Suresi, 77)
Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun. (Şura uresi, 52)
İşte bu (Kur'an) bir hidayettir. Rablerinin ayetlerini inkar edenler ise, onlar için, (en) iğrenç olanından acı bir azap vardır. (Casiye Suresi, 11)
Oysa o (Kur'an), alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir. (Kalem Suresi, 52)
Çünkü o (Kur'an, Allah'tan sakınan) muttakiler için bir öğüttür. (Hakka Suresi, 48)
Ve şüphesiz o, kesin bir gerçektir (hakku'l-yakîn). (Hakka Suresi, 51)
Gerçek (şu ki), o (Kur'an,) elbette bir öğüttür. Artık kim dilerse, öğüt alıp-düşünür. (Müddessir Suresi, 54-55)
O (Kur'an), alemler için yalnızca bir zikirdir; Sizden dosdoğru bir yön (istikamet) tutturmak dileyenler için. (Tekvir Suresi, 27-28)
Bu (Kur'an), insanlar için basiret (nuruyla Allah'a yönelten ayet)lerdir, kesin bilgiyle inanan bir kavim için de bir hidayet ve bir rahmettir. (Casiye Suresi, 20)
Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an)düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)
Şu halde, sana vahyedilene sımsıkı-tutun; çünkü sen dosdoğru bir yol üzerindesin. Ve şüphesiz o (Kur'an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz (ondan) sorulacaksınız. (Zuhruf Suresi, 43-44)
(Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir Kitap'tır. (Sad Suresi, 29)
Onlara bir ayet getirmediğin zaman: "Sen onu (inmeyen ayeti) derleyip-toplasana" derler. De ki: "Ben, yalnızca bana Rabbim'den vahyolunana uyarım.Bu, Rabbinizden olan basiretlerdir; iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve bir rahmettir." (Araf Suresi, 203)
Biz Kitab'ı ancak, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavme rahmet ve hidayet olması dışında (başka bir amaçla) indirmedik.(Nahl Suresi, 64)
Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir. (İsra Suresi, 9)

Eğer, kendisiyle dağların yürütüldüğü yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur'an olsaydı (yine bu Kur'an olurdu). Hayır emrin tümü Allah'ındır. İman edenler, hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu. İnkâr edenler, Allah'ın va'di gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez. (Veya miadını şaşırmaz.) (13/31)

KURAN BİR ÖĞÜTLE HATIRLATMADIR

Biz onların neler söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; şu halde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver. (Kaf Suresi, 45)
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? (Kamer Suresi, 17)


KURAN’DA ALLAH HER ÖRNEĞİ AÇIKLAMIŞTIR

Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır. (Enam Suresi, 38)
Andolsun, bu Kur'an'da insanlar için Biz her örnekten çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsan, herşeyden çok tartışmacıdır. (Kehf Suresi, 54)
Andolsun, Biz bu Kur'an'da insanlar için her örneği gösterdik. Şüphesiz, sen onlara bir ayetle geldiğin zaman, o inkar edenler, mutlaka: "Siz ancak muptil olanlardan başkası değilsiniz" derler. (Rum Suresi, 58)
Onların sana getirdikleri hiçbir örnek yoktur ki, Biz (ona karşı) sana hakkı ve en güzel açıklama tarzını getirmiş olmayalım. (Furkan Suresi, 33)
Andolsun, Biz bu Kur'an'da, belki öğüt alıp-düşünürler diye, insanlar için her bir örnekten verdik. (Zümer Suresi, 27)
Andolsun, Biz bu Kur'an'da çeşitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp-düşünsünler diye. Oysa bu, onların daha uzaklaşmalarından başkasını arttırmıyor. (İsra Suresi, 41)
Bilgisizler, dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri apaçık gösterdik. (Bakara Suresi, 118)
Elif, Lam, Ra. (Bu,) Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan (Allah) tarafından birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir Kitap'tır... (Hud Suresi, 1)
Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an)düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı,herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)

KURAN ALLAH’IN KORUMASI ALTINDADIR, DEĞİŞTİRİLEMEZ

Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam Suresi, 115)
Onlara ayetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: "Bundan başka bir Kur'an getir veya onu değiştir." De ki:"Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben, büyük günün azabından korkarım." (Yunus Suresi, 15)
Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir. (Yunus Suresi, 37)
Sana Rabbinin Kitab'ından vahyedileni oku. O'nun sözlerini değiştirici yoktur ve O'nun dışında kesin olarak bir sığınacak (makam) bulamazsın. (Kehf Suresi, 27)

ALLAH’IN KURAN’I İNDİRMESİNİN BİR HİKMETİ DE İNSANLARI UYARIP-KORKUTMAKTIR

Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an'la) uyarıp-korkut; onlar için ondan başka ne velileri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar. (Enam Suresi, 51)
De ki: "Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Allah benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi -ve kime ulaşırsa- kendisiyle uyarmam için bana şu Kur'an vahyedildi... (Enam Suresi, 19)

İşte bu (Kur'an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek İlah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurma (bir belağ)dır. (İbrahim Suresi, 52)

KURAN’A İNANMAYAN İNSANLARIN KONUMU

Andolsun, sana çiftlerden yediyi ve büyük Kur'an'ı verdik. Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger. Ve de ki: "Şüphe yok, ben apaçık bir uyarıcıyım." Parça ayırıcılarına indirdiğimiz gibi, ki onlar Kur'anı parça-parça kıldılar. (Hicr Suresi, 87-91)
Ve elçi dedi ki: "Rabbim, gerçekten benim kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar." (Furkan suresi, 30)
O gün sen, her ümmeti diz üstü çökmüş (veya toplanmış) olarak görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağrılır. "Bugün yaptıklarınızla karşılık göreceksiniz." (Casiye Suresi, 28)
Öyle olmasa Kur'an'ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa birtakım kalpler üzerinde kilitler mi vurulmuş? (Muhammed Suresi, 24)

İsraf Etmek Şeytanın Vasıflarındandır

“…İsraf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (İsra Suresi, 26-27)
Allah'ın verdiği nimetin değerini takdir edememek, verilen nimetleri kullanırken veya sarf ederken bilinçsizce hareket etmek israfa neden olur. Bu nedenle nimetin değerini bilmeyen ve dolayısıyla gerektiği şekilde kullanmayan insanlar, Allah'ın lütuf ve ikramına karşı nankörlük etmiş ve O’nun kadrini ve rahmetini hakkıyla takdir edememiş olurlar. Bu da din ahlakına uygun olmayan bir davranış olduğu için, ahirette Yüce Allah'ın cennetinden, rahmetinden ve nimetlerinden uzak kalmaya neden olabilir.
Mübarek Ramazan Ay’ını yaşadığımız bu günle
rde tüm Müslümanlar oruç ibadetlerini yerine getirirken, Rabbimiz’in verdiği nimetlere karşı daha da titiz davranmaktadırlar. Çünkü Yüce Allah, küçük büyük ayırmaksızın israfın her türlüsünü haram k›lm›flt›r. Gereksiz, amaçsız ve yararsız yere mal, zaman ve benzeri harcamalar yapılmasına ve tutumsuz davranışlarda bulunulmasına "israf" adı verilir. İsraf, Allah'ın Kuran'da yasakladığı ve şeytanın özelliği olduğunu haber verdiği bir davranıştır.
Ne var ki din ahlakından uzak olan insanların büyük bir bölümü imkanlarını sınır tanımaz bir şekilde harcamakta, hayatlarını israf içinde tüketmektedirler. Bu kişiler büyük bir gaflet içinde olduklarını fark etmedikleri gibi, kendilerinin hiçbir zaman yoksul düşmeyeceklerinden de adeta emin gibidirler. Oysa elbette ki yaşamlarının bir sonraki kesitinde kendilerini düşkün, fakir, yardıma muhtaç biri olarak bulabilirler. Ama günlük hayatın gaflet dolu koşuşturmacası içinde bu olası gerçeği tamamen unutmuş şekilde yaşarlar. Onlar için para harcayıp sonra bununla övünmek sözde bir prestij kaynağıdır. Bu kişilerin tutumu Kuran'da şu şekilde bildirilmiştir:
"O: "Yığınla mal tüketip-yok ettim" diyor. Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor?" (Beled Suresi, 6-7)
Bu ayette bildirildiği şekilde gaflet içinde olan kişilerin göz ardı ettikleri bir gerçek bulunmaktadır: Yüce Rabbimiz dünya hayatında insana, kendi bedeninden soluduğu havaya, yediği yemekten kullandığı teknik aletlere kadar sonsuz nimetler nasip etmiştir. Gökte ve yerde bulunanları onun emrine vermiş, görünür ve görünmez nimet ve rızıklarını onun kullanımına sunmuştur. İnsana düşen ise bu nimetleri Allah rızası için ölçülü bir biçimde kullanmak ve israftan kaçınmaktır. Allah, Kuran’da insanların kendilerine verilen nimetleri nasıl değerlendirdikleriyle ilgili ahirette sorguya çekileceklerini "Sonra o gün nimetten sorguya çekileceksiniz." (Tekasür Suresi, 8) ayetiyle haber vermiştir.
Allah, İsraf Edenleri Sevmez
Yüce Allah, Kuran'da israfı kullarına haram kılmış ve israf edenleri sevmediğini bildirmiştir:
"Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (A'raf Suresi, 31)
Kuran’ın diğer ayetlerinde ise israf edenler için "şeytanın kardeşi" ifadesi kullanılmaktadır:
"...İsraf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür." (İsra Suresi, 26-27)
Bu ayette bildirildiği üzere israf, şeytanın karakteristik özelliklerinden bir tanesidir. Şeytanı en büyük düşman edinen müminlerin bu ayet gereği, israf konusunda özel bir titizlik göstermeleri gerekir.
Allah’ın lütfettiği bütün nimetler ve güzellikler mümini ahirete yöneltir. Sahip olduğu her mal daha çok ecir kazanması için bir fırsattır. Bu fırsatı gereği gibi değerlendirmemek, sahip olduğu nimetlerin bir deneme için kendisine verildiğini kavrayamamak, ahiret yerine dünya hayatına razı olmak demektir. Bu da kişiyi sonsuz azaba sürükleyebilecek ciddi bir gaflettir. Kuran’da haber verildiği üzere, bereketin anahtarı şükürdür. Allah’ın verdiği nimetleri hakkıyla takdir edebilen ve bunların arkasındaki gerçeği kavrayabilen bir Müslüman O’na gönülden şükreder. Verilen nimetleri saçıp-savuran, israf eden ve bu nimetler dolayısıyla şımaran kişiler ise Allah’ın rahmetinden biraz daha uzaklaşırlar. Allah bu gerçeği, Kuran’da şu şekilde haber vermiştir:
"Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)
İsraf Edilen Nimetler
İsraf deyince insanın aklına öncelikle mal, mülk ya da paranın israfı gelir. Oysa israf sadece mal ile olmaz. Allah'ın verdiği nimetlerin, Allah rızasını gözetmeden gereksiz yere harcanması bir israftır. İsraf edilen nimetlerden bazıları şunlardır:
Zaman Konusundaki İsraf
Zaman Allah'ın insanlara verdiği çok büyük bir nimettir. İnsanlar dünya hayatında, kendilerine tanınan kısa süre içinde Allah'ı en çok razı edecek davranışlarda bulunmayı ve ahiretteki sonsuz cennet nimetlerine kavuşabilmeyi hedeflerler. Bu yönde Allah rızasının en fazlasını gözeterek değerlendirilmesi gereken en önemli nimetlerden biri "zaman"dır.
Eğer kişi zamanını, Allah rızasını hedefleyen işler yapmak yerine aklını ve kalbini Allah'ı anmaktan uzak tutup boş işlerle geçirirse bu büyük nimeti israf etmiş olur. Bu da ahirette onulmaz bir pişmanlık yaşamasına sebep olabilir. (Doğrusunu Allah bilir)
Her canlının hangi gün, nerede, nasıl, ne zaman öleceği kaderinde bellidir. Muhtemelen ölüm en beklemediğimiz anda gelecektir. Bu sebeple zaman nimeti israf edilmemeli, her saniyesi Allah rızasına uygun düşünce ve davranışlarla değerlendirilmelidir. Allah’ın bize verdiği sınırlı süreyi en yararlı şekilde geçirmek, kısacık dünya hayatına tamah etmemek ve ahirete yönelik çalışmalar yapmak en önemli düşüncemiz olmalıdır.
Bilgi Konusundaki İsraf
Allah bazı insanları belirli konularda ehil kılmış ve onlara Katından bir bilgi üstünlüğü vermiştir. Örneğin Allah, bir lütuf olarak kimilerine yabancı dil öğrenme imkanı vermiş, kimilerini bilgisayar ya da mühendislik gibi daha teknik alanlarda bilgi sahibi kılmış, kimileriyse geniş bir genel kültürle donatılmıştır. Farklı konularda ilim sahibi olan bu kişilerin yapması gereken ise ehil oldukları konularda Allah rızası için çalışmalarda bulunmalarıdır. Aksi halde sahip oldukları bilgiyi israf etmiş olurlar.
Sağlık Konusundaki İsraf
Sağlık da Allah'ın insanlara sunduğu büyük bir nimettir. Kişi Allah'ın dünya hayatında kendisine emanet olarak verdiği bu bedene en iyi şekilde bakmakla ve Allah rızasını arayarak ömrünü geçirmekle yükümlüdür. Sağlığı veren elbette Allah'tır. Ancak kişi kendisine verilen bu bedene en güzel şekilde bakmakla yükümlüdür. Bunun için temiz ve sağlıklı yiyecekler yiyerek, düzenli spor yaparak, zararlı alışkanlıklardan kaçınarak sebeplere sarılır, bu onun fiili duasıdır. Bedenine gerekli özeni göstermemek, sağlığına zarar verecek yiyecek ve içecekleri tüketmek de Kuran ahlakına uygun bir davranış değildir.
Enerji Kaynakları Konusundaki İsraf
Su, elektrik, doğalgaz gibi yeryüzündeki enerji kaynakları, insanların israftan özenle kaçınmalarını gerektiren diğer konulardandır. Boş yere akıtılan su, kimsenin bulunmadığı bir ortamda açık bırakılan bir ışık ya da ihtiyaçtan fazla kullanılan doğalgaz birer israftır. Bunlarla ilgili yapılan her ek harcama, Allah rızası için yapılacak faydalı bir çalışmaya ayrılacak paranın biraz daha azalması demektir. Bu yüzden bu tip enerji kaynaklarının kullanımında israftan kaçınmak son derece önemlidir.
Yiyecek ve İçecek Konusundaki
İsraf Dünyadaki mevcut besin kaynakları her insanın, günlük ihtiyacını karşılayabilecek düzeydedir. Ama buna rağmen dünyada milyonlarca insan açlık çekmektedir. Birleşmiş Milletler’in hazırladığı raporlara göre, her gün dünyada 40 bin çocuk israfın yol açtığı açlıktan dolayı hayatını kaybetmektedir. Dünyada açlıkla karşı karşıya olan insanların sayısı ise 800 milyonu geçmektedir. Dolayısıyla israf edenler, evindeki yiyeceklerin bozulmasına göz yumanlar ya da kişisel çıkarları uğruna, örneğin ürün fiyatını arttırabilmek için kamyonlar dolusu sebze ve meyveyi çöpe atan insanlar, bu ürünlere muhtaç olan ve açlık sınırında yaşayan milyonlarca insanın varlığını hiç hesaba katmamaktadırlar. Dünyada her gün lokantalarda, evlerde, işyerlerinde çöpe atılan yiyeceklerin, ekmeğin, meyve ve sebzenin haddi hesabı yoktur. Hiç kuşkusuz bu, Allah’tan korkan vicdanlı bir insanın yapabileceği bir davranış değildir. Senede yaklaşık 20 milyon çocuğun yeterli beslenemediği için öldüğünü bildiği halde bu durumu göz ardı ederek hayatına devam etmek, çok büyük bir zulümdür. Vicdanlı insana düşen; yeryüzünden açlık ve fakirlik silininceye dek gayret etmek, gerek kişisel gerekse toplumsal olarak israfı önleyerek zayıf düşmüş insanların kurtulmasına vesile olmaya çalışmaktır.
"Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları ve tadları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları –birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O'dur. Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü hakkını verin; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (Enam Suresi, 141)
Mümin Verilen Nimetlerin Değerini Bilir ve İsraf Etmez
Allah Kuran'da "... yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (Araf Suresi, 31) ayetiyle bildirdiği gibi, inananların nimetlerden faydalanmasını bildirmiş ve bunların israf edilmesini yasaklamıştır. Ancak önemle vurgulanmalıdır ki; israf etmemek, zenginliği ve varlığı reddetmek, Allah rızasına uygun olan harcamalarda kısıtlama yapmak ve gereksiz yere kendine zulmetmek değildir. Burada tek ölçü, yapılan harcamanın Allah rızasını hedefleyen bir iş uğrunda yapılıp yapılmadığı olmalıdır.
Cennete layık olabilmek için öncelikle dünya hayatında bu üstün ahlakı kazanabilmek gerekmektedir. Ufak bir miktar olduğunu düşünerek israf yapmak, nimeti hor kullanmak, ziyan olmasına, zarar görmesine sebep olmak, bildiği halde zararı engelleyici tedbirleri ilk anda almamak gibi hareketler de yine nimete nankörlük anlamına gelir. Müminin en çok, bu tür dikkatten kaçabilecek israflara karşı titiz olması ve Allah'a karşı nankörlük edip gerektiği şekilde şükrünü yerine getirememekten sakınması gerekir.
Kuran’da verilen Hz. Süleyman örneği müminler için güzel bir uyarı teşkil eder. Hz. Süleyman Rabbimiz’in kendisine nasip ettiği zenginliği Allah rızası dışında hiçbir amaç için kullanmamıştır. Nitekim Hz. Süley-man'ın Kuran'da bildirilen ifadesi onun mal sevgisine yönelmesinin amacını açıklamaktadır:
"O (Süleyman) da demişti ki: "Gerçekten ben, mal sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..." (Sad Suresi, 32)
Zenginlik, ihtişam ve hakimiyet Allah'ın dilediği mümin kullarına armağan ettiği bir lütfudur. Önemli olan Allah'ın helal yoldan verdiği mal ve servete karşı gereken şükrü yaparak bunları israf etmeyip yerli yerinde kullanmak, Allah'ın nimetini sürekli anmak ve bu sayede Allah'a yakınlaşmaya ve O'nun rızasını kazanmaya yollar aramaktır.
“Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cehd edin (çaba harcayın), umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Maide Suresi, 35)
Bereketin Sırrı İsraf Etmemektir
Müslümanlar hem her nimete çok şükreder hem de israfa çok dikkat ederler. Yiyeceği, suyu, kıyafeti, eşyayı, teknolojinin sağladığı imkanları Allah’ın ayette bildirdiği "Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur." (Furkan Suresi, 67) emri gereği ihtiyaçları kadar kullanırlar.
Allah’ın cehennemdeki sonsuz azabından çok korkan iman sahipleri, Kuran ahlakına uyma konusundaki titizlikle-rine, her konuda olduğu gibi israf konusunda da çok dikkat etmelidirler. Yaklaşık her gün haberlere konu olan israf konusuna, nimetlerin savurganlık şekline dönüşmemesi için her Müslüman, birey olarak sahip çıkmalıdır. Tüm bu nimetler israf edilmek yerine, din ahlakının menfaati için kullanıldığında Allah Müslümanlara bereketini artıracaktır. Böylece dünyada inşaAllah refah ve huzur ortamı daha da artacaktır.

Ahiret İçin "Ciddi Bir Çaba" Göstermek

Müminlerin Allah (cc)'ın rızasını ve cennetini kazanabilmek için hayatları boyunca 'ciddi bir çaba' göstermeleri, onların Yüce Allah (cc)'a olan sadakatlerinin bir göstergesidir. Rabbimiz Kuran-ı Kerim'de müminlere Allah (cc)'ın rızasını ve ahiretini kazanmak için 'ciddi bir çaba' göstermekle sorumlu olduklarını buyurmuştur. Müminler bu 'ciddi çabayı', hem kendi nefislerini imani açıdan olgunlaştırıp Allah (cc)'ın hoşnut olacağı bir yapıya kavuşturmak, hem de Allah (cc)'ın Kuran-ı Kerim'de tarif ettiği güzel ahlakı insanlara anlatmak için gösterirler. Müminlerin çabası, onların Allah (cc)'a olan teslimiyetlerinin getirdiği 'güç ve azim' sayesinde ortaya çıkmaktadır. Allah (cc)'a karşı duydukları iman ne kadar güçlü olursa, Allah (cc)'ın onların kalplerine hissettireceği şevk ve heyecan da o kadar kuvvetli olacaktır. Böylece müminler hem nefislerini terbiye etmiş olacaklar, hem de Allah (cc)'ın razı olacağı bir insan olabilmek için gerekli olan çaba ve şevke sahip olacaklardır. Yüce Allah (cc), Kuran-ı Kerim'de, müminlere Kendi yolunda ciddi bir çaba harcamalarını şöyle öğütlemiştir:
Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)
İşte müminler ciddi çabayı ilk olarak kendi nefislerini Allah (cc)'ın razı olacağı bir hale getirmek için harcarlar. İnsanın kendi isteklerine ve tutkularına göre değil de, tamamen Allah (cc)'ın istediği şekilde hareket etmeye çalışması, şüphesiz ki ancak Rabbimiz'e karşı duyulacak içten bir bağlılıkla mümkündür. Müminler, Allah (cc)'ın "Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir..." (Maide Suresi, 105) ayeti gereği, dünyada üstlenmeleri gereken en büyük sorumluluklardan birinin, kendi nefislerini terbiye etmek olduğunun farkındadırlar. Hayatları boyunca kendilerine sürekli olarak kötülüğü emreden ve kendilerini Allah (cc)'ın rızasından uzaklaştırmaya çalışan bu saptırıcı güçle mücadele halindedirler. Nefislerinin aldatmacalarına karşı son derece uyanık olur ve Allah (cc)'ın rızasına uygun olmayacak hareketlerden şiddetle kaçınırlar.
Peygamber Efendimiz (sav) de "Müminin mizanında en ağır basacak şey güzel ahlaktır. Muhakkak ki, Allah Teala işi ve sözü çirkin olan ve hayasızca konuşan kimseye buğz eder" (G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 15/9) ve "Ruhumu kudret altında tutan Allah'a yemin ederim ki cennete sadece güzel ahlak sahipleri girer." (Tirmizi; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.792) hadis-i şerifleriyle güzel ahlakın önemine dikkat çekmiş ve müminleri bu konuda samimi bir çaba harcamaya davet etmiştir. Allah (cc)'ın ve Peygamberimiz (sav)'in güzel ahlak konusundaki tavsiyelerini bilen müminler, hem kendi nefislerine karşı mücadele etmek hem de Kuran ahlakını insanlara anlatmak için büyük bir çaba gösterirler.

Bakışlar Basit Ahlak Özelliklerini Nasıl Yansıtır

Yüze gerçek anlamını veren bakışlar, kişinin içinde yaşadığı ruh halini, kültür düzeyini, kişiliğini, karakter yapısını teşhis etmede önemli bir etkendir. Bu nedenle samimi imanla Allah’a bağlı olan müminlerin bakışlarına rahatlık ve doğallık hakim olur. İman etmeyen veya kalbine imanı tam olarak yerleştirmemiş kişilerinse bakışlarındaki donukluk, cansızlık ve basit ifade hemen fark edilir.
Basit insan denilince genel olarak görgü kurallarından habersiz, cahil, bilgisiz, nerede nasıl davranacağını, nasıl konuşacağını bilmeyen, ölçüsüz bir insan modeli akla gelir. Oysa basitlik bunların yanı sıra çok daha geniş bir anlam içerir. Basitlik yalnızca görgüden ve nezaketten uzak tavırları kapsayan bir kavram değildir. Esas olarak Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edememekten kaynaklanan bir ahlak bozukluğudur. Bu ahlak bozukluğu, insanın, Allah’ın gücünün sınırsızlığını ve yaşamın gerçek manasını anlamada zayıf bir kavrayışa sahip olması şeklinde kendini gösterir. Kişinin düşünce yapısında ve bakış açısında yerleşmiş olan bu basitlik, hayatının her anına yansır. Böyle bir kişi gerek verdiği kararlarla, gerek konuşmalarıyla ve en çok da bakışlarındaki samimiyetsizlik ile yaşadığı basit ahlakı yansıtır.

Bakışlar Kişinin Karakterini Ortaya Koyar
Allah’a iman eden, içinde ahiret korkusu duyan, ihlaslı bir müminin bakışlarında derin bir tevazu, teslimiyet ve olgunluk göze çarpar. Gözlerinde dünyevi tutkulardan uzak ve olgunluğa ulaşmış bir insanın Allah’tan razı olmuş bakışları görülür. Yüce Allah’a olan derin imanı akıllı ve şuurlu bakışlarından hemen anlaşılır. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde “Ölümü en çok hatırlayanı ve ölümden sonraki (hayatı) için en güzel şekilde hazırlananı.
İşte onlar en akıllı-şuurlu olanlardır” şeklinde buyurmuştur. (İbni Mace, Cilt 10, Syf.540) İşte bu iman derinliğine sahip olan bir mümin, gözlerinin ifadesine doğal olmayan anlamlar katmaya çalışmaz. Allah’a olan derin imanından kaynaklanan tevekküllü ve güven telkin eden bakışlara sahiptir. Bakışları; güzel ahlaklı, Allah korkusu içinde yaşayan ve din ahlakını yaşamakta kararlı olduğu belli olan bir insanın bakışlarıdır. Bu bakışlarda heybet ve keskinlik vardır.
Basitlik kültürünün etkisi altında olan kişilerin bakışlarında ise iman edenlerin gözlerindeki derin anlamın aksine bir cansızlık ve bayağılık vardır. İçinde bulundukları basit ahlakı saklamaya çalışsalar bile bakışlarıyla hemen kendilerini belli ederler. Örneğin Müslümanların heyecanlarını, mutluluklarını ve coşkularını ifade eden canlı bakışlarının aksine basit insanların gözlerinde bir matlık hakimdir. Bu kişi her ne kadar dışa dönük, hareketli veya konuşkan da olsa gözlerinde Allah’ın büyüklüğünü ve dünya hayatının gerçeğini kavrayamamış olmanın getirdiği bir boşluk ve donukluk vardır.
Kuran’da bu donuk bakışların oluşmasında, kalbin Allah ile birlikte olmaması yani gafletin önemli bir rolü olduğu bildirilir. Bu gafil bakışlara bir ayette şu şekilde işaret edilir:
“Onlar, Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.” (Nahl Suresi, 108)
Basitliğin kirli kültürünün etkisi altında olan bu kişiler her ne kadar bakışlarına anlam katmak için çaba gösterseler de samimi bir Müslüman olarak iman etmedikçe asla derin ve anlamlı bakışlara sahip olamazlar. Çünkü yaşadıkları kültürün çoğunlukla din ahlakından uzak, ufku dar olan anlayışı; kişide dikkat çeken, hayranlık uyandıran gerçek bir güzellik oluşmasını engeller. Aksine insanı itici yapar ve gerek bakışlarıyla gerekse tavırlarıyla rahatsızlık veren biri haline sokar. Bakışlarında tam anlamıyla birebir bağlantı kurulabilecek, karşılıklı konuşulabilecek, durum değerlendirmesi yapılabilecek bir anlam oluşmaz.
Basitliğin Kirli Kültürünü Yansıtan Bakışlar
Alaycı Bakışlar
Basitlik içerisinde yaşayan kişiler kendi akılsızlıklarını örtmek için her olayda alaya alacak ve espri yapacak bir yön bulmaya çalışırlar. Ciddi bir konunun konuşulmasının mümkün olmadığı bu kişiler, gözlerine oturttukları alaya alan, aşağılayan bakışlarla kişiye büyük rahatsızlık verirler. Oysa düşüncesini açık yüreklilikle, dürüstçe söylemek yerine alaya başvurmak, karşısındakini küçümseyerek kendini yüceltmeye çalışmak gerçekte kendilerini küçültücü bir yöntemdir. Bu bakışların arkasında çoğunlukla aslında hiç kimseyle alay edecek hali olmayan, aksine birçok konuyu diğer insanlar gibi derinlemesine kavrama yeteneği bile olmayan zayıf bir kişilik yatmaktadır.
Allah’a gönülden iman etmiş bir kişi, alaycı bakışlar gibi küçük düşürücü tavırları asla kendine yakıştırmaz. Her zaman Allah’ın huzurundaki acizliğinin bilincindedir. Bu nedenle büyüklenmez ve asla böyle bir ahlak bozukluğu göstermez. Sahip olduğu Allah korkusu ve vicdan onun daima samimi ve içten olmasını sağlar. Samimi bir Müslümanın gözünde akıllı, insancıl, sıcak, samimi ve dostane bir ifade vardır. Bakışlarıyla güvenilir olduğunu, yüksek bir ahlak içinde yaşadığını karşı tarafa yansıtır. Kuran ahlakına göre yaşayan, ihlaslı bir Müslüman Allah’ın emir ve yasaklarına uyar,Kuran’a uygun hereket eder. Yüce Allah, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin durumunu Kuran’da şu şekilde haber vermiştir:
“Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;” (Hümeze Suresi, 1)
Bakışlarla Haberleşme
İman etmeyen ve basit ahlak özellikleri gösteren kişiler, kendileriyle aynı tavırları gösteren kişilerle bir araya geldiklerinde ortama ve duruma göre birbirlerine karşı çeşitli manalara gelen bakışlar kullanır ve kaş göz işaretleri yaparlar. Bu bakışmalar ve işaretleşmeler kimi zaman ortamda bulunan bir kişiyle alay etme, kimi zaman da buna benzer Kuran ahlakına uygun olmayan bir düşünceyi aralarında gizliden gizliye aktarma amacıyla kullanılır. Allah bu kültür içindeki insanların kullandığı alay, bakışma ve işaretleşme gibi basit kültüre ait sessiz haberleşme yöntemlerinin suç ve günah işleyenlerin de kullandığı bir yöntem olduğunu Kuran’da bildirmektedir:
“Doğrusu, ‘suç ve günah işleyenler,’ kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi.” (Mutaffifin Suresi, 29-30)
Hal ve Hareketlere Göre Değişen Bakışlar
Kuran ahlakına göre yaşamayan kişiler, olayların ardındaki hikmetleri ve hayırları kavrayamazlar. Bu sebeple gün içerisinde sık sık sinirlenir, ağlar, üzülür, kıskançlık ve nefret gibi Kuran ahlakında yeri olmayan tavırlar sergilerler. Yaşadıkları bu duyguları ve tavırları da bakışlarına yansıtırlar. Örneğin bu kültürün içinde yaşayan kişiler yine bu kültürün çirkinliklerinden biri olan dedikodu yaparlarken gözlerini kısarak konuşurlar. Benzer şekilde, hayret ya da şaşkınlıklarını ifade etmek için gözlerini olabildiğince açar, itici bir görünüm sergilerler. Kendisi gibi düşük ahlaklı kişilerle gizlice yaptıkları konuşmalar sırasında ise etrafı kontrol eden, sürekli sağa sola hareket eden bakış şeklini kullanırlar.
Akıllı bir insan, kendisini dışarıdan görmeyi bilen, eleştiren ve güzel olmayan tavırlarını teşhis edip, düzelten kişidir. Basit insan ise böyle bir değerlendirmeyi yapabilecek derinliğe sahip değildir. Kendisine gösterdiği basit ahlak özellikleri ve bakışları konusunda uyarı geldiğinde hemen kendini savunur ve bunların normal tepkiler ve davranışlar olduğunu iddia eder. Böyle bir kişi, basitlik ve doğal davranışlar arasındaki farkı ayırt edemez. Bir insanın elbetteki çok şaşırdığı bir anda gözleri büyüyebilir, meraklandığı sırada gözünde buna dair bir ifade oluşabilir. Fakat burada kastedilen basit insanların bakışlarındaki tepkilerin doğallıktan çok uzak olması ve bunu özel bir yöntem olarak kullanmalarıdır. Şaşırmadıkları halde şaşırmış gibi yapmaları, gereksiz merak sonucu kaçamak bakışlar kullanmaları, gizlice dedikodu yaparken etrafı bakışlarıyla kollamaları, tecessüs etmeleri, diğer bir deyişle bir kişiye onun kusurlarını araştıran, inceleyen bakışlarla bakmaları... Bunların hiçbiri insani ve makul bakışlar değildir. Aksine yaşadıkları derin gafletin ve basitliğin sonuçlarıdır. Allah’a derin imanla bağlanmış ve O’nun her an kendisini gördüğünü her hareketinden her sözünden haberdar olduğunu ve denenmekte olduğunu bilen bir Müslümanın gözünde bu tip ifade ve bakışlar oluşmaz. Bu kişiler etrafa bu bakışlarla bakarken Allah’ın kendilerini gördüğünü, Allah’ın gözlerini “idrak ettiğini” unutmaktadırlar. Bir ayette şu şekilde bildirilir:
“Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” (Enam Suresi, 103) Allah bir başka ayette ise insanın açığa vurmadığı düşüncelerinin Allah’tan gizli kalamayacağı gibi, hiçbir bakışının da gizli kalamayacağına dikkat çekmektedir: “(Allah,) Gözlerin hainliklerini ve göğüslerin sakladıklarını bilir.” (Mü-min Suresi, 19)
Allah Herşeyi Görendir
Allah’a samimi olarak iman eden, ahirette hesaba çekileceğinin şuurunda olan ve Allah’ın rızasını gözetmek için titizlik gösteren bir insan basit ahlak özelliklerinin tamamından sakınır. Kalbini ve vicdanını daima temiz tutar. Allah’ın bildirdiği Kuran ahlakına göre yaşamak için ciddi bir çaba gösterir. Rabbimiz’in beğenmeyeceği her türlü davranıştan sakınır. Basitliğin kirli kültüründen yüz çevirmeye karar veren ve Allah’a karşı samimi olmaya niyet eden bir kişi, içinde yaşadığı bu kültür ve onun kirli tavırlarından kendini uzaklaştırıp Allah’a bu tavırlarından dolayı tevbe etmeli, ardından da daha önceki tutumundan vazgeçtiğini, İslam ahlakını yaşama konusunda ciddi bir kararlılık göstererek ortaya koymalıdır.
Dünya hayatı bir imtihan yeridir ve ahiret hayatı ile karşılaştırıldığında çok kısadır. Bu nedenle kişi Allah’ın onu denediğini, her hareketinden, söylediği her sözden haberdar olduğunu aklından çıkarmamalı ve bu şuur açıklığıyla hareket etmelidir. İnsanın geçmişte yaşadıkları, benimsediği ve uyguladığı kirli kültür önemli değildir. Önemli olan; kişinin Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik aldığı son kararı ve son halidir. Allah Kuran’da çirkin tavırlardan vazgeçerek tevbe etmenin samimi Müslümanlara ait bir özellik olduğunu şöyle haber vermektedir:
“Ve ‘çirkin bir hayasızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir.” (Al-i İmran Suresi, 135)
Basitlik, Kuran ahlakına tamamen zıt olan, insanların Müslüman ahlakıyla yaşamasını engelleyen kirli bir kültürdür. Kişi, içindeki basitliği gizlemek için ne kadar çaba harcasa da bakışları hemen onu ele verir.
Doğallık mı?
Çevresine Allah’ın tecellilerini görmek, yaratılan varlık ve olaylardaki hikmetleri ve güzellikleri kavramak gözüyle bakan ve Allah’ın adını yüceltme düşüncesindeki mümin bir kişinin bakışında yüksek bir şuur, dikkat açıklığı ve keskinlik göze çarpar. Samimi insanın tüm tavırları doğal ve içinden geldiği şekildedir ve bu doğallık da insanlar üzerinde çok derin ve olumlu bir etki oluşturur. Samimi insanın bakışları, konuşmaları, üslubu, mimikleri çok doğal ve etkileyicidir.
Müslümanlar Allah’ın tecellilerine karşı büyük heyecan ve ilgi duyarlar. Basit ahlaka sahip kişilerin ise olayları (Allah’ı tenzih ederiz) Allah’tan bağımsızmış gibi değerlendirmeleri, herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu unutmaları bakışlarındaki yüzeysellik ile kendini gösterir.
Yapmacıklık mı?
Basitlik, insanın, ruhunu Kuran ahlakına uygun bir şekilde derinleştirememesi, Allah’a yakın olma ve O’nun rızasını kazanma konusunda istekli olmaması sonucunda, davranış ve düşünce biçiminde meydana gelen yüzeysellik ve yapmacıklıktır. Bu yüzeysellik, insanın, Allah’ın gücünün sınırsızlığını, kendi etrafında ve dünya üzerinde meydana gelen olaylardaki hikmetleri ve yaşamın gerçek manasını anlamada zayıf bir kavrayışa sahip olması şeklinde kendini gösterir. Bu kişiler konuşmalarıyla, hal ve hareketleriyle, olaylar karşısında gösterdikleri tavırlarla, mimikleriyle ve en çok da bakışlarıyla kendilerini ele verirler.

Gerçek Hayatın Yaşanacağı Sonsuz Ahiret

İnsan yaşadığı her an Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu yüzlerce nimet ve güzellikle karşılaşır; soluduğu temiz hava, her biri birbirinden farklı ve etkileyici güzellikteki doğa manzaraları, hayvanlardaki eşsiz güzellikler ve birbirinden ihtişamlı bitkiler, çiçekler ve insan güzelliği ruhta derin etkiler bırakır. Ama dünya hayatındaki tüm bu güzelliklere dair bilinmesi gereken çok önemli bir gerçek vardır; Rabbimiz'in bildirdiği gibi, "... Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir." (Al-i İmran Suresi, 185)
Dünya hayatının aldatıcılığı, onun geçiciliğinden, bir gün mutlaka yok olacak olmasından kaynaklanmaktadır. Kuran'ın "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, Allah yeryüzünü ve dünya nimetlerini insanlardan hangilerinin salih davranışlarda bulunacaklarının denenmesi için yaratmıştır. İnsan burada çok kısa bir süre kalacak ve dünya nimetlerinden ancak sınırlı bir süre için faydalanabilecektir. İnsanın gerçek hayatını yaşayacağı yer ise ahirettir. Allah Kuran'da ahiretin insanların "asıl hayatı" olduğunu şöyle bildirmiştir:
Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)
Dolayısıyla insanın çok kısa olan dünya hayatını kendisine amaç edinip geçici dünya nimetlerinin hırsıyla hareket etmesi büyük bir aldanıştır. Allah dünya hayatında elde edilen yararların geçici ve değersiz olduğunu hatırlatarak insanları uyarmıştır:
... (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)
Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadis-i şerifinde cennet ile dünya arasındaki farkı şöyle bir örnek ile açıklamıştır:
Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır." (Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim, Cennet 6, (2826); Tirmizi, Cennet 1, (2525).)
"Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır..." (Hz. Enes'ten bu şekilde aktarılmıştır.)
Peygamberimiz (sav)'in bildirdiği gibi bu dünyadaki nimetler cennet nimetlerinin ancak çok küçük bir örneği olabilir. Dünya hayatının nimetleri ne kadar güzel, etkileyici ve kalıcı görünse de, insan bunların ardında gizlenen bu önemli gerçeği hiçbir zaman unutmamalıdır. Yalnızca bir aldanıştan ibaret olan bu dünyanın sahte süslerine kapılmanın, kendisini hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyeceğini bilmeli, her anında bu bilinçle hareket etmelidir.
Allah, gerçek hayatın yaşanacağı sonsuz ahiret için çaba harcayanlara hem dünyada hem de ahirette "güzel bir hayat" vereceğini vaat etmiştir. (Nahl Suresi, 97) Aksinde ise, insanlar için dünya hayatında "sıkıntılı bir geçim" vardır:
"Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Taha Suresi, 124)
Müminler Kuran'da bildirilen bu gerçeklerin farkındadırlar. Yaşadıkları her anın, dünya hayatında karşılarına çıkan herşeyin imtihanlarının bir parçası olduğunu bilirler. Bu nedenle çekici kılınan dünya nimetlerine karşı tutkulu bir sevgi duymaz, bütün hayatlarını kendilerine vaat edilen ahireti kazanabilecekleri şekilde geçirirler. Kendilerine Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinir, dünya hayatına ise ancak gereği kadar değer verirler. Bu yüzden hem yaşamları güzel geçer hem de kalpleri rahat ve huzurludur. Bu gerçeklerden gaflet içinde olan, ya da bilen fakat bunları görmezden gelmeyi seçen insanlar ise, dünya hırsı nedeniyle çoğu zaman bir sıkıntı ve memnuniyetsizlik içindedirler.

Örneksiz Yaratan Rabbimiz

Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Yeryüzündeki tüm varlıklar, yerde ve gökte bulunan canlılar, hayranlık uyandırıcı özelliklere ve sistemlere sahiptirler. Bir kartalın muhteşem kanatları, tavus kuşunun benzersiz tüyleri, sineğin mükemmel petek gözleri ve bunun gibi sayısız detay Allah (cc)’ın üstün yaratma sanatının birer tecellisi, üstün kudretinin birer habercisidir. Yeryüzündeki sayılamayacak kadar çok türe ait o kadar çeşitli özellik vardır ve bunlar o kadar benzersizdir ki, insanlar doğada canlılar üzerindeki yaptıkları keşifleri teknolojinin bir çok dalında örnek alırlar. Örneğin yunusların burun çıkıntısı, modern büyük gemilerin pruvasına model olmuştur. Radarların çalışma prensibi, yarasaların ses dalgalarını yayarak çalışan algılama sistemlerinin bir benzeridir. Kameraların mekanizması insan gözünü örnek alırken, helikopterler yusufçuğun yapısından esinlenmişlerdir.
İnsan, yalnızca Allah (cc)’ın kendisine bahşettiği kadarını algılayabilir, görebilir ve akledebilir. İnsan, dünyaya sahip olduğu beş duyu ile gelmiştir ve bu duyuların dışında altıncı bir duyuyu tahayyül etmesi bile mümkün değildir. Üstelik sahip olduğu duyularla da ancak Allah (cc)’ın kendisi için dilediği kadarını algılayabilmekte, belirli bir renk tayfını görebilmekte, belirli frekanslardaki sesi duyabilmektedir. İnsan yeryüzünde kendisi için yaratılmış delillere ihtiyaç duyar. Varlıkları dilediği şekilde, dilediği özelliklerle ve dilediği üstünlüklerle yaratan Allah (cc)’ın eserlerini görüp incelemeye gereksinimi vardır. Yoktan var eden, örneksiz yaratan ve kusursuz örnekler sergileyen Bedi olan Allah (cc)’ın üstün ilmine sürekli olarak hayranlık duymaktadır. Kuşkusuz Allah (cc)’ın, bir varlıktaki kusursuz özellikleri yaratırken ve onda henüz sırları çözülememiş hayranlık uyandırıcı detayları var ederken tasarlamaya ihtiyacı yoktur (Allah (cc)’ı tenzih ederiz.) Allah (cc), bir canlıyı tüm berzersiz özellikleri ile yaratmak istediğinde, O’nun “Ol” emri yeterlidir. İnsanların günümüzde detaylarını keşfetmeyi tam olarak başaramadıkları mikro alemden, ihtişamlı gök cisimleri ile uçsuz bucaksız uzaya kadar her şey Allah (cc)’ın “Ol” emri ile bir anda yarattığı mükemmel sistemlerdir. Tüm bunları ve daha fazlasını yaratmaya kadir olan yüce Allah (cc), örneksiz yaratan ve yarattığı her detayda üstün ilmini tecelli ettirendir.

Gelişimin Anahtarı: "Okumak"

Yaratan Rabbin adıyla oku. (Alak Suresi, 1)
Kitap Okumak Neden Önemlidir?
Okuyarak olayların ve gelişmelerin iç yüzünü öğrenen bir kişi, öncelikle kendine olan güvenini artırır. Bu ise aynı zamanda düşünce ufkunu geliştirip, geniş bir görüş açısı sağlayarak, olayları inceleme yeteneği kazandırır.
Ayrıca okuyan kişiler çok okumanın beraberinde getirdiği zengin kelime dağarcığına sahip oldukları için, hikmetli ve etkileyici konuşarak hitap ettikleri kişilerde etki de uyandırırlar. Bu etki ise insanlarla ilişkileri güçlendirmekte, kişiye daha sosyal bir karakter kazandırmaktadır. Dahası, geniş kelime dağarcığı, insanın daha fazla kavramla düşünebilmesini de sağlar. Yani düşünce kapasitesini ve kültür düzeyini artırır.
Okuyarak kendini geliştiren kişiler ise elbette çevrelerinde gelişen olaylara da hakim olacak ve toplum içinde eğitim seviyesinde zamanla bir ilerleme sağlanacaktır.
Doğru Kitap Nasıl Seçilir?
Bir yıl içerisinde basılan binlerce kitabın arasında elbette faydalı eserlerin yanı sıra kitap olarak değerlendirilemeyecek yayınlar da vardır. Tüm bu kitapların arasında okunacak doğru kitapları seçmek ise ancak kişileri doğru yönlendirmek ile mümkündür.
Öncelikle okunacak eserlerin okuyacak kişiye heyecan vermesi ve kişinin kitabı zevk alarak okuması önemlidir. Çünkü aksi özelliklere sahip kitaplar, kişileri şüpheci ve ümitsiz bir ruh haline sürükler. Karanlık ve iç karartıcı konuların anlatıldığı kitaplardan ise kaçınmak gerekir.
Okuyan kişinin gelişmesinde faydalı olacak içeriklere sahip kitaplar, aynı zamanda kişileri vesveseden uzak tutar ve ümitsizliğe düşürmez. Puslu olmayan bir zihne sahip olacakları için de doğru ile yanlışı çok daha kolay ve hızlı şekilde ayırt edebilirler.
Ayrıca hikmetli, kolay anlaşılır ve samimi üsluptaki kitaplar, okuyan kişilerde çok daha hızlı etki uyandırır. Bu da her okuyan kişinin bilgileri kolay anlamasını ve öğrendiklerinin aklında kalmasını sağlar.
Unutulmamalıdır ki; şeytanın oyunu olan zararlı akımlar insanlara her an telkin edilirken, karanlık ve iç karartıcı kitaplar okunması bu saptırıcı akımların işini kolaylaştıracaktır. Oysa asıl önemli olan bu zararlı akımların ve davranışların gerçek yüzlerini ortaya çıkaracak kitaplar okumak ve herkesi bu tarz kitapları okuması için teşvik etmektir.
Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, şüpheli izahlara dayanan, yalan ve safsatalarla dolu olan yazılar elbette kişilerde olumsuz etkilere neden olur. Bu olumsuz etkiler ise ancak bilimsel gerçeklere dayanan, okuyan kişiyi yormayan, yalın anlatımlı ve kolay anlaşılabilen kitapların okunması ile engellenebilir.

Levh-i Mahfuz ve Zamansızlık Gerçeği - Yaşamımız 'Tek Bir Andan' İbaret

"... Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47)
Zaman adı verilen algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Örneğin bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme belli bir zaman sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır. Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar. Zaman Algısının Oluşması Zamanın, hareket eden cisimler ve meydana gelen değişimler arasında yaptığımız belirli bir sıralamadan doğan bir kavram olduğu gerçeği, bugün bilimsel olarak da kabul edilmiştir. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz.
Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zaman algımızın her zaman düzgün bir sıralamaya göre oluşmasının önemini şöyle anlatır: "Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini anlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici iş birliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir." Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir (görecelidir). Gerçekte zamanın nasıl aktığını, ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir. Genel Görecelik Kuramı Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en önemli fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu 'Genel Görecelik Kuramı' ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar: "Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur." Einstein, Barnett'in ifadeleriyle, "uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş"tir. Genel Görecelik Kuramı'na göre "zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur. Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır. Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi "rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir." Kuran'da 'Zamanın Göreceliği' Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür. Modern bilimin bu bulgularının bize gösterdiği sonuç, zamanın materyalistlerin sandığı gibi mutlak bir gerçek değil, göreceli bir algı oluşudur. İşin ilginç yanı ise, 20. yüzyıla dek bilimin farkında olmadığı bu gerçeğin, bundan yaklaşık 14 asır önce indirilen Kuran'da bildirilmiş olmasıdır. Kuran ayetlerinde, zamanın izafi bir kavram olduğunu gösteren açıklamalar bulunur. Modern bilim tarafından doğrulanan, zamanın psikolojik bir algı olduğu, yaşanan olaya, mekana ve şartlara göre farklı algılanabildiği gerçeğini pek çok Kuran ayetinde görmek mümkündür. Allah, insan hayatının çok kısa olduğunu Kuran'da şu ayetlerle bildirir: "Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız." (İsra Suresi, 52) "Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar…" (Yunus Suresi, 45) Bazı ayetlerde, insanların zaman algılarının farklı olduğuna, insanın gerçekte çok kısa olan bir süreyi çok uzunmuş gibi algılayabildiğine işaret edilir. İnsanların ahiretteki sorguları sırasında geçen aşağıdaki konuşmalar bunun bir örneğidir: "Dedi ki: 'Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz.'" (Müminun Suresi, 112-114) Allah bazı ayetlerde de, zamanın farklı ortamlarda farklı bir akış hızıyla geçtiğini bildirir: "... Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47) "Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir." (Mearic Suresi, 4) "Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir." (Secde Suresi, 5) Tüm bu ayetler, zamanın izafiyetinin çok açık birer ifadesidir. Bilimin 20. yüzyılda ulaştığı bu sonucu bundan yaklaşık 1400 yıl önce Allah'ın Kuran'da bildirmiş olması ise, elbette, Kuran'ı, zamanı ve mekanı tümüyle sarıp kuşatan Yüce Allah'ın indirdiğinin delillerinden bir tanesidir. Zamanın İzafiyeti, Kader Gerçeğini de Açıklamaktadır Zamanın izafiyeti ile ilgili açıklamalarda ve ayetlerde görüldüğü gibi, zaman algıyla değişkenlik gösteren, sabit olmayan bir kavramdır. Örneğin bizim için milyarlarca yıl süren bir zaman dilimi, Allah Katında bir andır. Bizim için 50 bin yıllık bir süre, melekler ve Cebrail için bir gündür. Bu gerçeğin bilinmesi, kader konusunun kavranması açısından çok önemlidir. Çünkü kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları "tek bir an" içinde yaratmış olmasıdır. Bu da, Allah Katında evrenin yaratılış anından kıyamete kadar olan her olayın yaşanmış ve bitmiş olması demektir. İnsanların önemli bir bölümü, Allah'ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini, Allah Katında geçmiş ve gelecek tüm olayların nasıl yaşanıp bittiğini ve kaderin gerçekliğini kavramakta zorlanırlar. Oysa "yaşanmamış olaylar" bizim açımızdan yaşanmamış olaylardır. Çünkü biz Allah'ın yarattığı zamana bağlı olarak yaşamımızı sürdürürüz ve hafızamıza verilen bilgiler olmadan hiçbir şey bilemeyiz. Allah, dünyadaki imtihan ortamı gereği "gelecek" olarak isimlendirdiğimiz olayları hafızamıza vermediği için, gelecekte ne olacağını da bilemeyiz. Allah ise zamandan ve mekandan münezzehtir, zaten bunların tümünü yoktan yaratan Allah'tır. Bu nedenle Allah Katında geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir. Bir olayın başı da sonu da O'nun Katında tek bir anda yaşanır. Örneğin Firavun'un nasıl bir sona uğradığını Allah, daha Hz. Musa'yı Firavun'a göndermeden, Hz. Musa daha doğmadan, hatta Mısır devleti daha kurulmadan önce bilir ve tüm bu olaylar Firavun'un sonu ile birlikte Allah Katında tek bir an olarak yaşanmıştır. Geçmiş ve gelecek hazır olarak, hepsi aynı anda mevcuttur. Zaman İçinde Yolculuk Zamanla ilgili bilim adamları tarafından yapılmış olan açıklamalar Kuran ayetleriyle tam bir uyum gösterir. Buna göre zaman, algılarımıza göre şekillendirdiğimiz bir kavramdır. Tüm algılarımızı da bize hissettiren Allah olduğuna göre, Allah izin verdiği takdirde bir insanın zaman içinde ileri doğru yada geriye doğru yolculuk yapabilmesi elbette ki mümkündür. Bu konuyu daha iyi anlamak için zamanı bir film şeridine benzetebiliriz. Filmin tersten çekildiğini düşünürsek film kahramanı da gelecekten geçmişe doğru yolculuk yapmış olacaktır. Ya da baştaki bir kareyi bir anda sona saracak olursak filmdeki karakter bir anda gelecekteki bir anı görmüş olacaktır. İşte bizim dünyada algıladığımız zaman kavramı da bundan farksızdır. Dolayısıyla Allah dilediği takdirde bu algı düzenini değiştirir ve insan geleceğe ya da geçmişe yolculuk yapabilir. Kuran'ın pek çok ayetinde bu konuya işaret edilmiş ve zaman içinde Rabbimiz'in dilediği kişinin farklı bir boyut yaşayabileceği bildirilmiştir. Örneğin Allah, Kuran'da haber verilen mümin bir topluluk olan Kehf Ehli'ni üç yüzyılı aşkın bir süre derin bir uyku halinde tutmuştur. Daha sonra uyandırdığında ise bu kişiler zaman olarak çok az bir süre kaldıklarını düşünmüşler, ne kadar uyuduklarını tahmin edememişlerdir: "Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık." (Kehf Suresi, 11-12) "Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: 'Ne kadar kaldınız?' Dediler ki: 'Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.' Dediler ki: 'Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir...'" (Kehf Suresi, 19) Ayetlerden de anlaşıldığı gibi Kehf Ehli'nin uykuya yatmadan önceki zaman dilimi ile uykudan kalktıkları anki zaman dilimi birbirinden farklıdır. Allah buna benzer bir durumu bir başka ayetinde daha bildirir. Bakara Suresi'nin 259. ayetinde ıssız bir şehre uğrayan bir adam haber verilir. Allah bu adamı yüz yıl ölü bırakıp, sonra diriltmiştir. Ancak adam kendisinin bir gün, hatta bir günden az kaldığını zannetmiştir. Hatta geçen yüz yıllık süre zarfında, adamın yiyecekleri bozulmamış, eşeği de olduğu yerde durmaktadır. Söz konusu ayet şu şekildedir: Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: 'Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?' Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: 'Ne kadar kaldın?' O: 'Bir gün veya bir günden az kaldım' dedi. (Allah ona:) 'Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?' dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: '(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir.' (Bakara Suresi, 259) Ayette Allah, bu olayı bir ibret olarak haber verdiğini de bildirmektedir. Bu ayetten de Kehf Ehli'nin uykusu gibi, zamanın Allah'ın kontrolünde geliştiği ve Allah'ın dilemesiyle zamanda geleceğe ve geçmişe gidilebileceği açıkça görülmektedir. Kuran Ayetlerindeki İşaret Allah Katında zamanın tek bir an olduğunu, Allah için geçmiş ve gelecek olmadığını Kuran'daki bazı ayetlerde yer alan işaretlerden ve bilgilerden de anlarız. Bizim için gelecek zamanda olacak bazı olaylar, Kuran'da çoktan olup bitmiş bir olay olarak anlatılmaktadır. Çünkü Allah geçmişi de geleceği de, bir an olarak zaten yaratmıştır. Bu nedenle gelecekte olacağı anlatılan bir olay zaten olup bitmiştir. Ama biz görmediğimiz için onu gelecek zannederiz. Örneğin, ahirette insanların Allah'a verecekleri hesabın haber verildiği ayetlerde, bu çoktan olup bitmiş bir olay olarak anlatılmaktadır: Sur'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar. Yer, Rabbinin nuruyla parıldadı; kitap kondu; peygamberler ve şahidler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi, onlar haksızlığa uğratılmazlar. İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: "Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" Onlar: "Evet." dediler. Ancak azap kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: "İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür." Korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevk edildiler... (Zümer Suresi, 68-73) Bu konudaki diğer ayetler ise şöyledir: (Artık) Her bir nefis yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. (Kaf Suresi, 21) Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.' (Hakka Suresi, 16) Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. Orada tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler. (İnsan Suresi, 12-13) Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir. (Naz'iat Suresi, 36) Artık bugün, iman edenler, kafir olanlara gülmektedirler. (Mutaffifin Suresi, 34) Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53) Tüm bu ayetlerde, ölümümüzden sonra yaşanacak olan olaylar, yaşanmış ve bitmiş olaylar olarak anlatılmaktadır. Çünkü Allah, bizim bağlı olduğumuz izafi zaman boyutundan münezzeh olandır. Allah tüm olayları zamansızlıkta dilemiş, insanlar bunları yapmış, tüm bu olaylar yaşanmış ve sonuçlanmıştır. Küçük büyük her türlü olayın, Allah'ın bilgisi dahilinde gerçekleştiği ve bir kitapta kayıtlı olduğu gerçeği ise aşağıdaki ayette şöyle haber verilir: Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61) Kadere Teslimiyetin Önemi Geçmiş ve geleceğin gerçekte Allah Katında yaratılmış ve yaşanmış olarak saklı ve hazır olaylar olmaları bize çok önemli bir gerçeği gösterir: Her insan kayıtsız ve şartsız kaderine teslim olmuştur. İnsan nasıl geçmişini değiştiremezse, geleceğini de değiştiremez. Çünkü geçmişi gibi geleceği de yaşanmıştır; geleceğindeki tüm olaylar, ne zaman, nerede, ne yemek yiyeceği, kiminle ne konuşacağı, ne kadar para kazanacağı, hangi hastalıklara yakalanacağı, nihayetinde ne zaman, nasıl, nerede öleceği hepsi bellidir ve bunları değiştiremez. Çünkü bunlar zaten Allah Katında, Allah'ın hafızasında yaşanmış olarak bulunmaktadır. Sadece bunların bilgisi henüz kendi hafızasında değildir. Dolayısıyla başlarına gelen olaylara üzülenler, sinirlenenler, geleceği için kaygılananlar, hırslananlar aslında kendilerini boş yere yormaktadırlar. Çünkü, nasıl olacağından kaygı ve korku duydukları gelecekleri, zaten yaşanmıştır. Ve ne yaparlarsa yapsınlar bunları değiştirme imkanları bulunmamaktadır. Bu noktada belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta, yanlış bir kader anlayışından kaçınmak gerektiğidir. Bazı insanlar, "nasıl olsa kaderimde ne varsa o olacak, o zaman benim hiçbir şey yapmama gerek yok" diyerek çarpık bir kader anlayışı geliştirirler. Her yaşadığımızın kaderimizde belli olduğu bir gerçektir. Biz daha o olayı yaşamadan önce o olay Allah Katında yaşanmıştır ve bilgisi de tüm detayları ile Allah Katındaki Levh-i Mahfuz isimli kitapta yazılıdır. Ancak, Allah her insana sanki olayları değiştirmeye, kendi karar ve seçimine göre hareket etmeye imkanı varmış gibi bir his verir. Örneğin insan, su içmek istediğinde bunun için "kaderimde varsa içerim" diyerek oturup beklemez. Bunun için kalkar, bardağı alır ve suyunu içer. Gerçekten de kaderinde tespit edilmiş bardakta, tespit edilmiş miktarda suyu içer. Ancak, bunları yaparken kendi iradesi ve isteği ile yaptığına dair bir his duyar. Ve hayatı boyunca bu hissi her yaptığı işte yaşar. Allah'a ve Allah'ın yarattığı kaderine teslim olmuş bir insan ile bu gerçeği kavrayamayan bir insan arasındaki fark şudur: Teslimiyetli olan insan, kendi yaptığı hissini yaşamasına rağmen, bunların tümünü Allah'ın dilemesi ile yaptığını bilir. Diğeri ise, her yaptığını kendi aklı ve gücü ile yaptığını zannederek yanılır. Kadere iman eden bir insan, başına gelen hiçbir olaydan dolayı üzülmez, ümitsizliğe kapılmaz. Bunun yerine son derece tevekküllü, teslimiyetli ve daima huzurlu olur. Çünkü Allah insanların başlarına gelen herşeyin önceden belli olduğunu, bu nedenle başlarına gelen zorluklara üzülmemelerini ve kendilerine verilen nimetlerle şımarmamalarını emretmiştir. (Hadid Suresi, 23) İnsanın karşılaştığı zorluklar da, elde ettiği başarı ve zenginlikler de Allah'ın takdiri iledir. Bunların hepsi Rabbimiz'in insanları denemek için kaderlerinde önceden belirlediği olaylardır. Bir ayette bildirildiği gibi, "... Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir". (Ahzab Suresi, 38) Bir hastalığı olduğunu öğrenen teslimiyetli bir insan, bunun kaderinde olduğunu bildiği için son derece tevekküllü davranır. "Allah bunu kaderimde yarattığına göre, mutlaka büyük bir hayır vardır" diye düşünür. Ama "nasılsa kaderimde iyileşmek varsa iyileşirim" diyerek tedbir almadan beklemez. Aksine, olabilecek tüm tedbirleri alır. Doktora gider, beslenmesine dikkat eder, ilaçlarını alır. Ancak gittiği doktorun, doktorun uyguladığı tedavinin, aldığı ilaçların, bunların kendi üzerinde ne kadar etkili olacağının, iyileşip iyileşmeyeceğinin, kısacası her detayın kaderinde olduğunu unutmaz. Bunların hepsinin, Allah'ın hafızasında, daha kendisi dünyaya gelmeden önce hazır olarak bulunduğunu bilir. Allah, Kuran'da, insanların yaşadıkları herşeyin önceden bir kitapta yazılı olarak bulunduğunu şöyle bildirir: Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 22-23)