MEHDÎ'NİN ÜÇ VAZİFESİ
(Emirdağ Lahikası 1, sf. 231-233.)
ÜSTAD AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAĞINI BU ÖZELLİĞİNİN ONU AHİR ZAMANA KADARKİ TÜM DİĞER MÜCEDDİDLERDEN AYIRACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. BU NEDENLE BEDİÜZZAMAN'I VE RİSALELERİ HZ. MEHDİ (A.S.) ZANNEDENLER AÇISINDAN BU DURUMUN BİR İLTİBAS, BİR SEHİV OLDUĞUNU YANİ BÖYLE DÜŞÜNEN KİŞİLERİN HATA YAPTIKLARINI DOLAYISIYLA DA YANILDIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR İLTİBAS VE BİR SEHİVDİR, FAKAT ONLAR ONDA MES'UL DEĞİLLER. ÇÜNKÜ ZİYADE HÜSN-Ü ZAN, ESKİDENBERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.)
6 Haziran 2010 Pazar
Mehdî'nin üç vazifesi
MEHDÎ'NİN ÜÇ VAZİFESİ
(Emirdağ Lahikası 1, sf. 231-233.)
ÜSTAD AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAĞINI BU ÖZELLİĞİNİN ONU AHİR ZAMANA KADARKİ TÜM DİĞER MÜCEDDİDLERDEN AYIRACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. BU NEDENLE BEDİÜZZAMAN'I VE RİSALELERİ HZ. MEHDİ (A.S.) ZANNEDENLER AÇISINDAN BU DURUMUN BİR İLTİBAS, BİR SEHİV OLDUĞUNU YANİ BÖYLE DÜŞÜNEN KİŞİLERİN HATA YAPTIKLARINI DOLAYISIYLA DA YANILDIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR İLTİBAS VE BİR SEHİVDİR, FAKAT ONLAR ONDA MES'UL DEĞİLLER. ÇÜNKÜ ZİYADE HÜSN-Ü ZAN, ESKİDENBERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233
(Emirdağ Lahikası 1, sf. 231-233.)
ÜSTAD AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAĞINI BU ÖZELLİĞİNİN ONU AHİR ZAMANA KADARKİ TÜM DİĞER MÜCEDDİDLERDEN AYIRACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. BU NEDENLE BEDİÜZZAMAN'I VE RİSALELERİ HZ. MEHDİ (A.S.) ZANNEDENLER AÇISINDAN BU DURUMUN BİR İLTİBAS, BİR SEHİV OLDUĞUNU YANİ BÖYLE DÜŞÜNEN KİŞİLERİN HATA YAPTIKLARINI DOLAYISIYLA DA YANILDIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR İLTİBAS VE BİR SEHİVDİR, FAKAT ONLAR ONDA MES'UL DEĞİLLER. ÇÜNKÜ ZİYADE HÜSN-Ü ZAN, ESKİDENBERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233
BEDİÜZZAMAN; RİSALELERİN ŞAHSI MANEVİSİNİ VE ÜSTAD'I MEHDİ OLARAK GÖRMENİN BİR YANLIŞLIK VE YANILMA OLDUĞUNU İFADE ETMİŞTİR
MEHDÎ'NİN ÜÇ VAZİFESİ
(Emirdağ Lahikası 1, sf. 231-233.)
ÜSTAD AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAĞINI BU ÖZELLİĞİNİN ONU AHİR ZAMANA KADARKİ TÜM DİĞER MÜCEDDİDLERDEN AYIRACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. BU NEDENLE BEDİÜZZAMAN'I VE RİSALELERİ HZ. MEHDİ (A.S.) ZANNEDENLER AÇISINDAN BU DURUMUN BİR İLTİBAS, BİR SEHİV OLDUĞUNU YANİ BÖYLE DÜŞÜNEN KİŞİLERİN HATA YAPTIKLARINI DOLAYISIYLA DA YANILDIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR İLTİBAS VE BİR SEHİVDİR, FAKAT ONLAR ONDA MES'UL DEĞİLLER. ÇÜNKÜ ZİYADE HÜSN-Ü ZAN, ESKİDENBERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.)
(Emirdağ Lahikası 1, sf. 231-233.)
ÜSTAD AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAĞINI BU ÖZELLİĞİNİN ONU AHİR ZAMANA KADARKİ TÜM DİĞER MÜCEDDİDLERDEN AYIRACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. BU NEDENLE BEDİÜZZAMAN'I VE RİSALELERİ HZ. MEHDİ (A.S.) ZANNEDENLER AÇISINDAN BU DURUMUN BİR İLTİBAS, BİR SEHİV OLDUĞUNU YANİ BÖYLE DÜŞÜNEN KİŞİLERİN HATA YAPTIKLARINI DOLAYISIYLA DA YANILDIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR İLTİBAS VE BİR SEHİVDİR, FAKAT ONLAR ONDA MES'UL DEĞİLLER. ÇÜNKÜ ZİYADE HÜSN-Ü ZAN, ESKİDENBERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.)
BEDİÜZZAMAN; RİSALELERİN ŞAHSI MANEVİSİNİ VE ÜSTAD'I MEHDİ OLARAK GÖRMENİN BİR YANLIŞLIK VE YANILMA OLDUĞUNU İFADE ETMİŞTİR
MEHDÎ'NİN ÜÇ VAZİFESİ
(Emirdağ Lahikası 1, sf. 231-233.)
ÜSTAD AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAĞINI BU ÖZELLİĞİNİN ONU AHİR ZAMANA KADARKİ TÜM DİĞER MÜCEDDİDLERDEN AYIRACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. BU NEDENLE BEDİÜZZAMAN'I VE RİSALELERİ HZ. MEHDİ (A.S.) ZANNEDENLER AÇISINDAN BU DURUMUN BİR İLTİBAS, BİR SEHİV OLDUĞUNU YANİ BÖYLE DÜŞÜNEN KİŞİLERİN HATA YAPTIKLARINI DOLAYISIYLA DA YANILDIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR İLTİBAS VE BİR SEHİVDİR, FAKAT ONLAR ONDA MES'UL DEĞİLLER. ÇÜNKÜ ZİYADE HÜSN-Ü ZAN, ESKİDENBERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.)
(Emirdağ Lahikası 1, sf. 231-233.)
ÜSTAD AHİR ZAMANDA ZUHUR EDECEK HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAĞINI BU ÖZELLİĞİNİN ONU AHİR ZAMANA KADARKİ TÜM DİĞER MÜCEDDİDLERDEN AYIRACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. BU NEDENLE BEDİÜZZAMAN'I VE RİSALELERİ HZ. MEHDİ (A.S.) ZANNEDENLER AÇISINDAN BU DURUMUN BİR İLTİBAS, BİR SEHİV OLDUĞUNU YANİ BÖYLE DÜŞÜNEN KİŞİLERİN HATA YAPTIKLARINI DOLAYISIYLA DA YANILDIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR İLTİBAS VE BİR SEHİVDİR, FAKAT ONLAR ONDA MES'UL DEĞİLLER. ÇÜNKÜ ZİYADE HÜSN-Ü ZAN, ESKİDENBERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.)
KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ
ÜSTAD, HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ZUHURUNUN KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ GİBİ ALLAH'IN BİR ADETULLAHI OLDUĞUNU İFADE ETMİŞTİR
Elcevap: CENAB-I HAKK; KEMAL-İ RAHMETİNDEN, ŞERİAT-İ İSLAMİYETİN EDEBİYETİNE BİR ESER-İ HİMAYET OLARAK, HER BİR FESAD-I ÜMMET ZAMANINDA BİR MUSLİH VEYA BİR MÜCEDDİT VEYA BİR HALİFE-İ ZİŞAN VEYA BİR KUTB-U A'ZAM VEYA BİR MÜRŞİD'İ EKMEL VEYAHUT BİR NEVİ MEHDİ HÜKMÜNDE MÜBARET ZATLARI GÖNDERMİŞ; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediye (A.S.M) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor, AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD, HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD, HEM HAKİM, HEM MEHDİ, HEM MÜRŞİD, HEM KUTB-U AZAM OLARAK BİR ZAT-I NURANİYİ GÖNDERECEK VE O ZAT DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR. CENAB-I HAKK, BİR DAKİKA ZARFINDA BEYN-ES-SEMA VEL-ARZ ALEMİNİ BULUTLARLA DOLDURUP BOŞALTTIĞI GİBİ, BİR SANİYEDE DENİZİN FIRTINALARINI TESKİN EDER VE BAHAR İÇİNDE BİR SAATTE YAZ MEVSİMİNİN NÜMUNESİNİ VE YAZDA BİR SAATTE KIŞ FIRTINASINI İCAD EDEN KADİR-İ ZÜLCELAL; MEHDİ İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN ZULÜMATINI DAĞITABİLİR. VE VA'DETMİŞTİR, VA'DİNİ ELBETTE YAPACAKTIR. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; 'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki ki:
Felillâhilhamd,... Allah'ım! Tıpkı Âlemlerde İbrahim'e ve İbrahim'in Âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in Âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir. Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İSLÂMİYET DİNİNİ MİLLİYET-İ MUKADDESE HÜKMÜNDE RABITA-İ İTTİFAK VE İNTİBAH YAPSALAR, HİÇBİR MİLLETİN ORDUSU ONLARA KARŞI DAYANAMAZ. İŞTE, O PEK KESRETLİ O MUKTEDİR ORDU, ÂL-İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂMDIR VE HAZRET-İ MEHDÎNİN EN HAS ORDUSUDUR. Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemÂlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. BÖYLE BİR CEMAAT-İ AZÎME İÇİNDEKİ MUKADDES KUVVETİ TEHYİÇ EDECEK VE UYANDIRACAK HÂDİSÂT-I AZÎME VÜCUDA GELİYOR. ELBETTE O KUVVET-İ AZÎMEDEKİ BİR HAMİYET-İ ÂLİYE FEVERAN EDECEK VE HAZRET-İ MEHDÎ BAŞINA GEÇİP TARİK-İ HAK VE HAKİKATE SEVK EDECEK. BÖYLE OLMAK VE BÖYLE OLMASINI, BU KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ GİBİ, ÂDETULLAHTAN VE RAHMET-İ İLÂHİYEDEN BEKLERİZ VE BEKLEMEKTE HAKLIYIZ. (Mektubat, ss.425-426)
Elcevap: CENAB-I HAKK; KEMAL-İ RAHMETİNDEN, ŞERİAT-İ İSLAMİYETİN EDEBİYETİNE BİR ESER-İ HİMAYET OLARAK, HER BİR FESAD-I ÜMMET ZAMANINDA BİR MUSLİH VEYA BİR MÜCEDDİT VEYA BİR HALİFE-İ ZİŞAN VEYA BİR KUTB-U A'ZAM VEYA BİR MÜRŞİD'İ EKMEL VEYAHUT BİR NEVİ MEHDİ HÜKMÜNDE MÜBARET ZATLARI GÖNDERMİŞ; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediye (A.S.M) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor, AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD, HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD, HEM HAKİM, HEM MEHDİ, HEM MÜRŞİD, HEM KUTB-U AZAM OLARAK BİR ZAT-I NURANİYİ GÖNDERECEK VE O ZAT DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR. CENAB-I HAKK, BİR DAKİKA ZARFINDA BEYN-ES-SEMA VEL-ARZ ALEMİNİ BULUTLARLA DOLDURUP BOŞALTTIĞI GİBİ, BİR SANİYEDE DENİZİN FIRTINALARINI TESKİN EDER VE BAHAR İÇİNDE BİR SAATTE YAZ MEVSİMİNİN NÜMUNESİNİ VE YAZDA BİR SAATTE KIŞ FIRTINASINI İCAD EDEN KADİR-İ ZÜLCELAL; MEHDİ İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN ZULÜMATINI DAĞITABİLİR. VE VA'DETMİŞTİR, VA'DİNİ ELBETTE YAPACAKTIR. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; 'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki ki:
Felillâhilhamd,... Allah'ım! Tıpkı Âlemlerde İbrahim'e ve İbrahim'in Âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in Âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir. Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İSLÂMİYET DİNİNİ MİLLİYET-İ MUKADDESE HÜKMÜNDE RABITA-İ İTTİFAK VE İNTİBAH YAPSALAR, HİÇBİR MİLLETİN ORDUSU ONLARA KARŞI DAYANAMAZ. İŞTE, O PEK KESRETLİ O MUKTEDİR ORDU, ÂL-İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂMDIR VE HAZRET-İ MEHDÎNİN EN HAS ORDUSUDUR. Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemÂlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. BÖYLE BİR CEMAAT-İ AZÎME İÇİNDEKİ MUKADDES KUVVETİ TEHYİÇ EDECEK VE UYANDIRACAK HÂDİSÂT-I AZÎME VÜCUDA GELİYOR. ELBETTE O KUVVET-İ AZÎMEDEKİ BİR HAMİYET-İ ÂLİYE FEVERAN EDECEK VE HAZRET-İ MEHDÎ BAŞINA GEÇİP TARİK-İ HAK VE HAKİKATE SEVK EDECEK. BÖYLE OLMAK VE BÖYLE OLMASINI, BU KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ GİBİ, ÂDETULLAHTAN VE RAHMET-İ İLÂHİYEDEN BEKLERİZ VE BEKLEMEKTE HAKLIYIZ. (Mektubat, ss.425-426)
; "TA AHİR ZAMANDA HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE..." VE "...RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAM OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK..."
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI'NDA; "TA AHİR ZAMANDA HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE..." VE "...RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAM OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK..." İFADELERİNİN GEÇTİĞİ YERLER
1- "TA AHİR ZAMANDA HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE"... İFADESİ
Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın (Peygamberimiz (s.a.v.)'in) haber verdiği "Mânevî fütuhat yapmak (galibiyetler kazanmak) ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil (miktara değil), keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka (ahlak kaybına) ve hayat-ı dünyeviyeyi (dünya hayatını) her cihetle hayat-ı uhreviyeye (ahirete) tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap (sebepler) altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı (galibiyeti) ve zındıkların (kafirlerin, dinsizlerin) ve dalâletlerin savletlerini (saldırılarını) kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın (Peygamberimiz (s.a.v.)'in) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu (Risale-i Nur'u) çıkaramaz. TÂ AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDÎ VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ.
(Kastamonu Lahikası, Sayfa: 72, Tarihçe-i Hayat, Sayfa: 258, Hizmet Rehberi, Sayfa: 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa: 153)
2- HZ. MEHDİ (A.S.)'IN RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAM OLARAK NEŞR VE TATBİK ETMESİYLE İLGİLİ İFADELER...
Ümmetin beklediği, ahirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı (değerlisi) olan îman-ı tahkîkiyi (Tahkiki iman, imana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve bürhan ile inanma) neşr (Dağıtma, yayma...) ve ehl-i îmanı dalaletten (batıla yönelmekten) kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı a'zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hadimine (hizmetçisine) vermişler, o hadime (hizmetçiye) mültefitane (iltifat edene yakışır şekilde) bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ; SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK. (Beyanat ve Tenvirler, Sayfa: 310)
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, ÂHİRZAMANDA GELECEK ZÂTIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETTARI OLAN İMAN-I TAHKİKÎYİ NEŞİR VE EHL-İ İMANI DALÂLETTEN KURTARMAK CİHETİYLE (YÖNÜYLE), o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine (hizmetçisine) vermişler, o hâdime mültefitane (iltifat edene yakışır şekilde) bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa: 11)
1- "TA AHİR ZAMANDA HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE"... İFADESİ
Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın (Peygamberimiz (s.a.v.)'in) haber verdiği "Mânevî fütuhat yapmak (galibiyetler kazanmak) ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil (miktara değil), keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka (ahlak kaybına) ve hayat-ı dünyeviyeyi (dünya hayatını) her cihetle hayat-ı uhreviyeye (ahirete) tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap (sebepler) altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı (galibiyeti) ve zındıkların (kafirlerin, dinsizlerin) ve dalâletlerin savletlerini (saldırılarını) kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın (Peygamberimiz (s.a.v.)'in) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu (Risale-i Nur'u) çıkaramaz. TÂ AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDÎ VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ.
(Kastamonu Lahikası, Sayfa: 72, Tarihçe-i Hayat, Sayfa: 258, Hizmet Rehberi, Sayfa: 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa: 153)
2- HZ. MEHDİ (A.S.)'IN RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAM OLARAK NEŞR VE TATBİK ETMESİYLE İLGİLİ İFADELER...
Ümmetin beklediği, ahirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı (değerlisi) olan îman-ı tahkîkiyi (Tahkiki iman, imana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve bürhan ile inanma) neşr (Dağıtma, yayma...) ve ehl-i îmanı dalaletten (batıla yönelmekten) kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı a'zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hadimine (hizmetçisine) vermişler, o hadime (hizmetçiye) mültefitane (iltifat edene yakışır şekilde) bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ; SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK. (Beyanat ve Tenvirler, Sayfa: 310)
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, ÂHİRZAMANDA GELECEK ZÂTIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETTARI OLAN İMAN-I TAHKİKÎYİ NEŞİR VE EHL-İ İMANI DALÂLETTEN KURTARMAK CİHETİYLE (YÖNÜYLE), o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine (hizmetçisine) vermişler, o hâdime mültefitane (iltifat edene yakışır şekilde) bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa: 11)
BAZI NUR TALEBELERİNİN RİSALELERDE DEĞİŞİKLİKLER YAPMALARI NEDENİYLE ÜSTAD'IN HAYATTA KALAN TALEBELERİ BU KİŞİLERE BİR İHTAR MEKTUBU YAZMIŞLARDIR
MEKTUBU GÖNDEREN ABİLER:
Mustafa Sungur, Hüsnü, Abdullah, Ahmed Aydemir, Tillolu Said, Seyyid Salih
Aziz Muhterem Kardeşlerimiz !
Evvela: Bu gelen Ramazan-ı Şerifinizi ve hizmetlerinizi tebrik ederiz.
Biz Üstadın vasiyetnamesinde yazdığı hayatta kalan varisleri olarak 27 Ağustos 2008 Çarşamba günü İstanbul'da biraraya geldik. Nur'un bazı meselelerine ve neşriyata dair hususlar görüşüldü. Her tarafta kardeşlerimizin kemal-i sadakat ve ciddiyetle nurlara sarılmalarını kemal-i hürmet, sevinç ve şükranla yad ettik.
Neşriyata dair bazı hususların nazar-ı dikkate alınmasını maslahat-ı nuriye namına elzem gördük şöyle ki:
Dahil ve hariçte nurların neşriyatının fevkalhad yayılması ve nur derslerinin her tarafta okunmasını; Rahmet-i İlahiye'nin bu millete ve Alem-i İslama bir bayram sevinci yaşattığını görmekte ve şükranla karşılamaktayız.
Saniyen Risale-i Nur'un dahil ve hariçteki neşriyatında bazı noktalara dikkat edilmesi lazım geldiği kanaatindeyiz.
Nurlar neşriyatının aynen Üstadımızın zamanında olduğu gibi yapılması zaruridir ki; sadakatımızı ve Üstadımıza layık bir talebe olabilme şükranımızı ifa etmiş olalım.
MESELA: ÜSTADIMIZIN BAZI LAHİKA MEKTUPLARINDA ŞERH VE TASHİH MANASINDA İLAVELER YAPMAK VE BAZILARINI ÇIKARMAK GİBİ TASARRUFATTA BULUNMAK SADAKATTAN UZAKLAŞMAKTIR. BU TAHRİFATI ASLA TASVİB ETMİYORUZ.
Üstadımız, Risale-i Nur'un te'lifinden sonra "BİR HARFİNİ DE DEĞİŞTİRMEYE ME'ZUN DEĞİLİM", dediği halde bazı neşriyatların, Üstadımızın bu ikazlarına uymaması ve tasarruflarda bulunmaları kat'iyyen tasvib edilemez.
Üstadımız, Risale-i Nur'da aynen şöyle buyuruyor, " Risale-i Nur bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda, en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda hakaik-ı Kur'aniye ve İmaniye'nin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ediyor" gibi çok beyanlarla nura sadakatımızı ders verdiği halde.. bazıların bilerek veya bilmeyerek sahife altına lugat koymaları ve uzun izahlarla İLaveler ve şerhler yapmaları sadakatımıza ve Üstadımızın tanzim ve tertibine muhalefet olduğu malumdur.
Üstadımızın nazarından geçip tasvib ettiği orjinal neşriyatlar devam etmektedir.
Muhabbet, İhlas ve sadakatımızın devamını Cenab-ı Hak'tan niyaz ederiz.
Mustafa Sungur, Hüsnü, Abdullah, Ahmed Aydemir, Tillolu Said, Seyyid Salih
Aziz Muhterem Kardeşlerimiz !
Evvela: Bu gelen Ramazan-ı Şerifinizi ve hizmetlerinizi tebrik ederiz.
Biz Üstadın vasiyetnamesinde yazdığı hayatta kalan varisleri olarak 27 Ağustos 2008 Çarşamba günü İstanbul'da biraraya geldik. Nur'un bazı meselelerine ve neşriyata dair hususlar görüşüldü. Her tarafta kardeşlerimizin kemal-i sadakat ve ciddiyetle nurlara sarılmalarını kemal-i hürmet, sevinç ve şükranla yad ettik.
Neşriyata dair bazı hususların nazar-ı dikkate alınmasını maslahat-ı nuriye namına elzem gördük şöyle ki:
Dahil ve hariçte nurların neşriyatının fevkalhad yayılması ve nur derslerinin her tarafta okunmasını; Rahmet-i İlahiye'nin bu millete ve Alem-i İslama bir bayram sevinci yaşattığını görmekte ve şükranla karşılamaktayız.
Saniyen Risale-i Nur'un dahil ve hariçteki neşriyatında bazı noktalara dikkat edilmesi lazım geldiği kanaatindeyiz.
Nurlar neşriyatının aynen Üstadımızın zamanında olduğu gibi yapılması zaruridir ki; sadakatımızı ve Üstadımıza layık bir talebe olabilme şükranımızı ifa etmiş olalım.
MESELA: ÜSTADIMIZIN BAZI LAHİKA MEKTUPLARINDA ŞERH VE TASHİH MANASINDA İLAVELER YAPMAK VE BAZILARINI ÇIKARMAK GİBİ TASARRUFATTA BULUNMAK SADAKATTAN UZAKLAŞMAKTIR. BU TAHRİFATI ASLA TASVİB ETMİYORUZ.
Üstadımız, Risale-i Nur'un te'lifinden sonra "BİR HARFİNİ DE DEĞİŞTİRMEYE ME'ZUN DEĞİLİM", dediği halde bazı neşriyatların, Üstadımızın bu ikazlarına uymaması ve tasarruflarda bulunmaları kat'iyyen tasvib edilemez.
Üstadımız, Risale-i Nur'da aynen şöyle buyuruyor, " Risale-i Nur bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda, en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda hakaik-ı Kur'aniye ve İmaniye'nin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ediyor" gibi çok beyanlarla nura sadakatımızı ders verdiği halde.. bazıların bilerek veya bilmeyerek sahife altına lugat koymaları ve uzun izahlarla İLaveler ve şerhler yapmaları sadakatımıza ve Üstadımızın tanzim ve tertibine muhalefet olduğu malumdur.
Üstadımızın nazarından geçip tasvib ettiği orjinal neşriyatlar devam etmektedir.
Muhabbet, İhlas ve sadakatımızın devamını Cenab-ı Hak'tan niyaz ederiz.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİ'NİN, KENDİSİNDEN 100 YIL SONRASINA YÖNELİK YAPTIĞI AÇIKLAMALAR
ÜSTAD'IN "EY YÜZ SENE SONRA GELENLER" İFADESİ HZ. MEHDİ (A.S.)'IN ZUHUR DÖNEMİNE İŞARETTİR
Aziz kardeşlerim,
Eski Said'in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.
Evvelâ: Hürriyetin üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Küdan ve Mamhuran'a verdiği ders ve 1329'da Matbaa-i Ebüzziya'da tab edilen, kırk bir sene evvel tab edilmiş, fakat maatteessüf yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said'in sünuhatıyla dikkatle mütalâa ettim. Anladım ki, Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti, İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, onlarla konuşup başlarına vuruyor.
Saniyen: O matbu eserin yüz beşinci sayfadan tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:
"Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak."
O vakit ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:
Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:
EY YÜZDEN tâ üç yüz seneden SONRAKİ (bu ifade bazı nur sitelerinde "ey yüzden..." ifadesi çıkarılarak "ta üç yüz seneden sonraki..." olarak yazılmıştır.) YÜKSEK ASRIN ARKASINDA GİZLENMİŞ, SÂKİTÂNE BENİM SÖZÜMÜ DİNLEYEN VE BİR NAZAR-I HAFİYY-İ GAYBÎ İLE BENİ TEMÂŞÂ EDEN SAİD, HAMZA, ÖMER, OSMAN, YUSUF, AHMED, V.S. SİZE HİTAP EDİYORUM. TARİH DENİLEN MÂZİ DERELERİNDEN SİZİN YÜKSEK İSTİKBALİNİZE UZANAN TELSİZ TELGRAFLA SİZİNLE KONUŞUYORUM. NE YAPAYIM, ACELE ETTİM, KIŞTA GELDİM. SİZ İNŞAALLAH CENNET-ÂSÂ BİR BAHARDA GELİRSİNİZ. ŞİMDİ EKİLEN NUR TOHUMLARI ZEMİNİNİZDE ÇİÇEK AÇACAKLAR. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Yâni, İhtiyar Risalesinin On Üçüncü Ricasında beyan ettiği gibi, Medresetü'z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van'ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu'da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. "Ey yüz sene sonra gelenler! (Üstad'ın buradaki "yüz sene sonra gelenler" ifadesi bazı nur sitelerince "ey üç yüz sene sonra gelenler" olarak değiştirilmiştir.) 'ŞU KALENİN BAŞINDA BİR MEDRESE-İ NURİYE ÇİÇEĞİNİ YAPINIZ. CİSMEN DİRİLMEMİŞ, FAKAT RUHEN BÂKİ VE GENİŞ BİR HEYETTE YAŞAYAN MEDRESETÜ'Z-ZEHRAYI CİSMANÎ BİR SURETTE BİNA EDİNİZ" DEMEKTİR. ZATEN ESKİ SAİD EKSER HAYATI O MEDRESENİN HAYALİYLE GİTMİŞ VE O MATBU RİSALENİN 147'NCİ SAYFADAN TÂ 157'NCİ SAYFAYA KADAR MEDRESETÜ'Z-ZEHRANIN TESİSİNE VE FAYDALARINA DAİR EHEMMİYETLİ HAKİKATLERİ YAZMIŞ. (Emirdağ Lahikası, Sayfa: 343-344)
BEDİÜZZAMAN KENDİSİNDEN YÜZ SENE SONRA HZ. MEHDİ (A.S.)'IN CEMALİNİN GÖRÜLECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR
Sual: "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?"
Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîra sizin şu vahşetengiz, cehalet-perver husumetefza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. EĞER SİZ TENBEL KALIP DA ONUN YOLUNU YAPMAZSANIZ, TENBELLİK ETSENİZ, YÜZ SENE SONRA TAMAMEN CEMÂLİNİ GÖRECEKSİNİZ. ZÎRA SİZİNLE İSTANBUL ARASINDAKİ MESAFE BİR AYLIKTIR; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zîra eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrû-tiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gayet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir. Ezcümle, bazı ceza-i sezasını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektaşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet edi-yorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız. (Beyanat ve Tenvirler, Sayfa: 75-76)
(Üstad BU SÖZÜ ESERİNE 1910-1911 TARİHİNDE YAZMIŞTIR. BU TARİHTEN YÜZ SENE SONRASI İSE 2010-2011 TARİHLERİNE DENK GELMEKTEDİR. DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİ, RİSALE-İ NUR'A "GERÇEK KIYMETİNİ" HZ. MEHDİ (A.S.)'IN VERECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR
Biri, Risale-i Nur'dur.
Biri de, onun bir tercümanı.
Ve Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannınız daha fevkinde Risale-i Nur'a lâyıktır. Çünki Kur'an-ı Hakîm'in bir mu'cize-i maneviyesidir. ÂHİRZAMANDA GELECEK HAZRET-İ MEHDİ DE ONA O KIYMETİ VERECEK İTİKADINDAYIM.
Üstad'ın bu ifadesi Emirdağ Lahikası'nın el yazmasında yer almaktadır.
Aziz kardeşlerim,
Eski Said'in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.
Evvelâ: Hürriyetin üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Küdan ve Mamhuran'a verdiği ders ve 1329'da Matbaa-i Ebüzziya'da tab edilen, kırk bir sene evvel tab edilmiş, fakat maatteessüf yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said'in sünuhatıyla dikkatle mütalâa ettim. Anladım ki, Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti, İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, onlarla konuşup başlarına vuruyor.
Saniyen: O matbu eserin yüz beşinci sayfadan tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:
"Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak."
O vakit ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:
Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:
EY YÜZDEN tâ üç yüz seneden SONRAKİ (bu ifade bazı nur sitelerinde "ey yüzden..." ifadesi çıkarılarak "ta üç yüz seneden sonraki..." olarak yazılmıştır.) YÜKSEK ASRIN ARKASINDA GİZLENMİŞ, SÂKİTÂNE BENİM SÖZÜMÜ DİNLEYEN VE BİR NAZAR-I HAFİYY-İ GAYBÎ İLE BENİ TEMÂŞÂ EDEN SAİD, HAMZA, ÖMER, OSMAN, YUSUF, AHMED, V.S. SİZE HİTAP EDİYORUM. TARİH DENİLEN MÂZİ DERELERİNDEN SİZİN YÜKSEK İSTİKBALİNİZE UZANAN TELSİZ TELGRAFLA SİZİNLE KONUŞUYORUM. NE YAPAYIM, ACELE ETTİM, KIŞTA GELDİM. SİZ İNŞAALLAH CENNET-ÂSÂ BİR BAHARDA GELİRSİNİZ. ŞİMDİ EKİLEN NUR TOHUMLARI ZEMİNİNİZDE ÇİÇEK AÇACAKLAR. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Yâni, İhtiyar Risalesinin On Üçüncü Ricasında beyan ettiği gibi, Medresetü'z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van'ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu'da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. "Ey yüz sene sonra gelenler! (Üstad'ın buradaki "yüz sene sonra gelenler" ifadesi bazı nur sitelerince "ey üç yüz sene sonra gelenler" olarak değiştirilmiştir.) 'ŞU KALENİN BAŞINDA BİR MEDRESE-İ NURİYE ÇİÇEĞİNİ YAPINIZ. CİSMEN DİRİLMEMİŞ, FAKAT RUHEN BÂKİ VE GENİŞ BİR HEYETTE YAŞAYAN MEDRESETÜ'Z-ZEHRAYI CİSMANÎ BİR SURETTE BİNA EDİNİZ" DEMEKTİR. ZATEN ESKİ SAİD EKSER HAYATI O MEDRESENİN HAYALİYLE GİTMİŞ VE O MATBU RİSALENİN 147'NCİ SAYFADAN TÂ 157'NCİ SAYFAYA KADAR MEDRESETÜ'Z-ZEHRANIN TESİSİNE VE FAYDALARINA DAİR EHEMMİYETLİ HAKİKATLERİ YAZMIŞ. (Emirdağ Lahikası, Sayfa: 343-344)
BEDİÜZZAMAN KENDİSİNDEN YÜZ SENE SONRA HZ. MEHDİ (A.S.)'IN CEMALİNİN GÖRÜLECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR
Sual: "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?"
Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîra sizin şu vahşetengiz, cehalet-perver husumetefza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. EĞER SİZ TENBEL KALIP DA ONUN YOLUNU YAPMAZSANIZ, TENBELLİK ETSENİZ, YÜZ SENE SONRA TAMAMEN CEMÂLİNİ GÖRECEKSİNİZ. ZÎRA SİZİNLE İSTANBUL ARASINDAKİ MESAFE BİR AYLIKTIR; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zîra eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrû-tiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gayet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir. Ezcümle, bazı ceza-i sezasını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektaşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet edi-yorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız. (Beyanat ve Tenvirler, Sayfa: 75-76)
(Üstad BU SÖZÜ ESERİNE 1910-1911 TARİHİNDE YAZMIŞTIR. BU TARİHTEN YÜZ SENE SONRASI İSE 2010-2011 TARİHLERİNE DENK GELMEKTEDİR. DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİ, RİSALE-İ NUR'A "GERÇEK KIYMETİNİ" HZ. MEHDİ (A.S.)'IN VERECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR
Biri, Risale-i Nur'dur.
Biri de, onun bir tercümanı.
Ve Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannınız daha fevkinde Risale-i Nur'a lâyıktır. Çünki Kur'an-ı Hakîm'in bir mu'cize-i maneviyesidir. ÂHİRZAMANDA GELECEK HAZRET-İ MEHDİ DE ONA O KIYMETİ VERECEK İTİKADINDAYIM.
Üstad'ın bu ifadesi Emirdağ Lahikası'nın el yazmasında yer almaktadır.
BEDİÜZZAMAN'IN İSLAM BİRLİĞİ (İTTİHAD-I İSLAM) İLE İLGİLİ SÖZLERİ
27 Mart 1909
Tarîk-ı Muhammedî (Muhammed'in yolu) (a.s.m), şüphe ve hileden münezzeh (hiç bir şeye muhtaç olmayan, kusursuz) olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnîdir (ihtiyaç duymayandır). Hem de o derece azîm (büyük) ve geniş ve muhit (Her şeyi kuşatan) bir hakikat (gerçek), bahusus (özellikle) bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle (sebeple) saklanmaz. Bahr-ı umman (Okyanus) nasıl bir destide (Testide) saklanacak! Tekraren (Defalarca) söylüyorum ki, ittihad-ı islâm (İslam Birliği) hakikatında (gerçeğinde) olan ittihad-ı Muhammedînin (İslam Birliğinin) (a.s.m.) cihetü'l-vahdeti (Birlik yönü) Tevhid-i İlâhîdir (Allah'ın birliğine iman ve ondan başka ilah olmadığını tasdik etmektir). Peyman (Ahd) ve yemini de îmandır. Müntesibîni (Intisab edenleri, girenleri), umum (tüm) mü'minlerdir. Nizamnâmesi (tüzük metni), sünen-i Ahmediyedir (peygamberin sünnetidir) (a.s.m.). Kânunu (yasası), evâmir (emirleri, kanunları) ve nevâhi-i şer'iyedir (Şeriatın yasakladığı şeylerdir). Bu ittihat (Birlik); âdetten (gelenekten, alışkanlıktan) değil, ibâdettir.
İhfa (gizlenmek), havf (korkmak); riyâdandır (gösteriştendir, iki yüzlülüktendir). Farzda riyâ (gösteriş, iki yüzlülük) yoktur. BU ZAMANIN EN BÜYÜK FARZ VAZÎFESİ (GÖREVİ), İTTİHAD-I İSLÂMDIR (İSLAM BİRLİĞİDİR). ITTİHADIN (BİRLİĞİN) HEDEF VE MAKSADI; O KADAR UZUN, MÜNŞAİB (KOLLARA AYRILMIŞ), MUHİT (HER ŞEYİ KUŞATAN), MERÂKİZ (KARAR YERLERİ) VE MAÂBİD-İ İSLÂMİYEYİ (İSLAMIN İBADET YERLERİNİ) BİRBİRİNE RABTETTİREN (BAĞLAYAN) BİR SİLSİLE-İ NURANİYİ (NURANİ SİLSİLE, SOY) İHTİZAZA GETİRMEKLE (HAREKETE GEÇMEKLE) ONUNLA MERBUT (BAĞLANMIŞ) OLANLARI İKAZ (UYARMA) VE TARÎK-I TERAKKİYE (YÜKSELME, İLERLEME YOLUNA) BİR HÂHİŞ (İSTEK) VE EMR-İ VİCDANÎ (VİCDANİ EMİR) İLE SEVK ETMEKTİR. BU İTTİHADIN (BİRLİĞİN) MEŞREBİ (YOLU) MUHABBETTİR. (SEVGİ BESLEMEKTİR). HUSUMET (DÜŞMANLIK) İSE, CEHALET (BİLGİSİZLİK) VE ZARURET (İSTER İSTEMEZ) NİFAKADIR (İKİ YÜZLÜLÜKTÜR). GAYR-I MÜSLİMLER (MÜSLÜMAN OLMAYANLAR) EMİN OLSUNLAR Kİ, BU İTTİHADIMIZ (BİRLİĞİMİZ), BU ÜÇ SIFATA (VASFA) HÜCUMDUR (KARŞI ÇIKMAKTIR, SALDIRIDIR). GAYR-I MÜSLİME (MÜSLÜMAN OLMAYANA) KARŞI HAREKETİMİZ İKNÂDIR (RAZI ETMEKTİR). ZİRA ONLARI MEDENÎ (FAZİLETLİ, TERBİYELİ) BİLİRİZ. VE İSLÂMİYETİ MAHBUP (SEVİLEN, SEVGİLİ) VE ULVÎ (YÜCE) GÖSTERMEKTİR. Zira (Çünkü) onları munsif (İnsaflı) zannediyoruz. Lâübaliler (Geveze, zevzek) iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye (yabancıya) sevdiremezler. Zira (Çünkü) mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada (Birliğe) tahkik (araştırma) ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (İslam Birliği) (aleyhissalâtü vesselâm) olan ittihad-ı islâmın (İslam Birliğinin) efkâr (fikirler) ve meslek ve hakikatini (gerçeğini) efkâr-ı umumiyeye (Halkın fikirlerine) arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız. (Hutbe-i Şamiye, Sâdâ-yı Hakikat, s. 94)
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ruh-u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İNŞAALLAH, ÂLEM-İ İSLÂMIN (İslam aleminin) DA BÜYÜK BİR BAYRAMINA YETİŞİRSİNİZ. CEMAHİR-İ MÜTTEFİKA-I İSLÂMİYENİN (Birleşik İslam Cumhuriyetlerinin) KUDSÎ (Mukaddes) KANUN-U ESASİYELERİNİN (Anayasasının) MENBAI OLAN (kaynağı olan) KUR'ÂN-I HAKÎM, İSTİKBALE (geleceğe) TAM HÂKİM OLUP BEŞERİYETE (insanlığa) TAM BİR BAYRAMI GETİRECEĞİNE ÇOK EMARELER (işaretler-deliller) VAR.
Saniyen (İkinci olarak): Şüphe kalmadı ki, Nur Risaleleri ve talebeleri, hıfz ve inayet-i İlâhiyeye (Allah'ın koruması ve yardımına) mazhardırlar (şereflenmişlerdir) ki, bu zamanın hassasiyetle (titizlikle) ve bazı keyfî (isteğe bağlı) kanunlarla pek hiddetli bir inatla uzun zamandan beri Nur talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde (oranında) zarar verebildiler. Nurun faal talebelerinden altı yüz talebesinin mahkemelerle meşgul edilmesine dehşetli bir plân varken, yalnız altı talebeye muvakkaten (geçici olarak) ilişildi. Hattâ Nur kahramanının yazdığı gibi, yirmi beş adliye mahkemeleri yüz binler nüshalarında (yazılı belgelerde) ve yüz binler talebelerinde medâr-ı mes'uliyet (sorumluluk sebebi) birşey bulamıyorlar. Ve o kesretli (çeşitli) adliyelerin "Nurlarda suç yok ve bulamıyoruz" demeleri kat'î (kesin) bir delildir. (Emirdağ Lahikası, s. 315)
Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı (değerlisi) olan iman-ı tahkikîyi (sarsılmaz imanı) neşir (yaymak) ve ehl-i imanı (iman sahiplerini) dalâletten (hak yoldan, dinden sapmaktan) kurtarmak cihetiyle (sebebiyle), o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen (gizli birşeyin Allah tarafından birisine ilhâm edilmesi yoluyla bilinmesiyle) görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine (hizmetkarına) vermişler, o hâdime (hizmetkara) mültefitane (iltifat ederek) bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur'u bir programı olarak neşir (yayacak) ve tatbik edecek (yerine getirecek).
O zatın ikinci vazifesi, şeriatı (İslam dinini) icra ve tatbik etmektedir (yerine getirmektedir). Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad (inanç) ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, HİLÂFET-İ İSLÂMİYEYİ (İSLAM HALİFELİĞİNİ) İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) BİNA EDEREK, İSEVÎ RUHANÎLERİYLE (HIRİSTİYANLARLA) İTTİFAK EDİP DİN-İ İSLÂMA (İSLAM DİNİNE) HİZMET ETMEKTİR. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun (herkesin) ve avâmın (halkın) nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile (açıklamaya) muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler (atılırlar). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Hâmisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka (inançsızlık) ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa (maddeciliğe) karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur'ân'ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye (insanlara gelen belâ ve musîbetler), siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur'âniye (Kuran'ın hakikatleri)dir.
Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir (Kadir gecesi) meselesi, şimdi hem Amerika, hem Avrupa'da eseri (izi) görülüyor. Onun için, ŞİMDİKİ BU HÜKÛMETİMİZİN HAKİKİ (ASIL) KUVVETİ, HAKAİK-İ KUR'ÂNİYEYE (KURAN'IN GERÇEKLERİNE) DAYANMAK VE HİZMET ETMEKTİR. BUNUNLA, İHTİYAT (YEDEK) KUVVETİ OLAN ÜÇ YÜZ ELLİ MİLYON UHUVVET-İ İSLÂMİYE (İSLAM KARDEŞLİĞİ) İLE İTTİHAD-I İSLÂM (İSLAM BİRLİĞİ) DAİRESİNDE KARDEŞLERİ KAZANIR. ESKİDEN HIRISTİYAN DEVLETLERİ BU İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) TARAFTAR DEĞİLDİLER. FAKAT ŞİMDİ KOMÜNİSTLİK VE ANARŞİSTLİK ÇIKTIĞI İÇİN, HEM AMERİKA, HEM AVRUPA DEVLETLERİ KUR'ÂN'A VE İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) TARAFTAR OLMAYA MECBURDURLAR...
Kardeşiniz Said Nursî
(Emirdağ Lâhikası, s. 297)
ÜSTAD; BEN MEKKE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, MEDİNE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, TÜRKİYE'YE GELİRDİM. ALEM-İ İSLAM'IN KAPISI, KİLİDİ TÜRKİYE'DİR. BU KAPI AÇILACAK, ALEM-İ İSLAM AÇILACAK."
1 MAYIS 2010 ÜLKE TV AÇIK DENİZ PROGRAMI'NDAN
Sunucu: Bediüzzaman Hazretleri'nin huzuruna ilk ne zaman gittiniz?
Said (Özdemir) Abi: 1953. Bizim Bediüzzaman Hazretleri'ne gidişimiz biraz enteresan oldu. Ben 25-26 yaşlarındayken Diyanette memurdum. Orada bir zat geldi ve harika şeyler anlatıyor. "Ben Peygamberimizi görüyorum. Bana diyorlar ki: Sen ileride Mehdi olacaksın." Öyle şeyler anlatıyor ki Peygamber Efendimiz'den sonra gelen Peygamberlerin hayat hikâyeleri gibi benim gözümün önüne getiriyorlar." Ve onları anlatıyor. Biz de o zaman gençlik sahikasıyla dedik mi madem bu ileride Mehdi olacak. Biz de o zaman onunla arkadaş olalım dedik. Ve arkadaş olduk. 2 sene beraber gezdik. 2 seneden sonra Kendisi Yüksek Mühendisti, Konya'da bir iş aldı oraya gitti. Bende Diyanetten izin aldım, oraya gittim. Kalbime bir şüphe geldi. Hakikaten bu zat Mehdi olacak mı? Ve 3'ler 7'ler mezarlıkları var, gidiyorum oraya. Diyorum ki : "Yarabbi bana hakikati bildir. Hakikaten bu zat Mehdi olacak mı?" Aklıma geldi ki: "Ben bu zatı Bediüzzaman Hazretlerine götürsem, bu zatın Mehdi olup olmayacağını anlar. O zaman neden bunu esinlendim. Bizim köye gelmiş. Bizim Siirt'in Tillo köyünde. Bediüzzaman Hazretleri orada 3 ay kalmışlar... Orada biz bütün köylü, O'nun hatıraları ile büyüdük. Onun için O'na karşı bir güven var. Ben götürürsem bunun ileride Mehdi olup-olmayacağını anlar diyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz'in hadisi şeriflerinde var. Hadislerde çok büyük hizmetler göreceğine dair bazı rivayetler var. Nihayet bir gün dedim ki: Bediüzzaman Hazretleri diye bir zat var. Gidip O'nu ziyaret edelim dedim. Olur dedi. Peder hayattaydı. Onunla bir telgraf çektik. Üçümüz bir arabaya bindik, Isparta'ya geldik. Dedik ki biraz geç olmuştur ama Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edelim. Bizim Mehdi kapıyı çaldı. Sungur Abi çıktı. Sungur Abi'ye "Ben Mehdiyim, Peygamberimiz'den selamlar, görüşmek istiyorum. O da biraz düşündü. "Kardeşim Üstad yatmış, yarın." Kapıyı kapattı. Bizim ki biraz kızdı. "Olur mu ben buraya kadar gelmişim. Tekrar kapıyı çaldı. Bu sefer rahmetli Bayram çıktı. "Kardeşim ben Mehdi'yim. Peygamberimiz'den selam var. Görüşmek istiyorum. O da dedi ki: "Kardeşim pencereye bak, pencerede ışık sönmüş, yatmış, uyandıramayız." O da kapıyı kapayınca bizimki kızdı. "Bir daha gelmem" dedi. Dedim ki "bir otele gidelim". Nihayetinde bir otele gittik. Yattık. Baktık ki sabah namazında bizim otel kapısı açıldı. Bediüzzaman Hazretlerine hizmet eden Ceylan geldi. Ceylan Çalışkan. Dedi ki: "Bediüzzaman Hazretleri beni gönderdi. Yalnız onlar 3 kişiymiş. Bana 2 kişi getireceksin. 3 kişi getirmeyeceksin." demiş. "Kimi götüreyim?" Biz pederle birbirimize baktık. O dedi ki, "ben zaten gelmeyecektim", biz pederle, baba-oğul beraber ‘ın huzuruna çıktık. Elini öptüm, oturdum. Bana dedi ki: "Nerelisin?". "Efendim Siirt'in Tillo köyündenim. "Bak" dedi. Tam 70 sene evvel sizin köydeydim. Oradan bana bir yardımcı çıkması için Cenab-ı Hakka dua etmiştim. Demek ki Cenab-ı Hak seni gönderdi" dedi. Dedim ki. "Cenab-ı Hak layık kılsın."
(…) ÜSTADIM BEN BU MEMLEKETTEN GİDECEĞİM DEDİM.
"NEREYE GİDECEKSİN?" DEDİ.
"HİCAZ'A. YA MEKKE-İ MÜKKERREME'YE YA MEDİNE-İ MÜKERREME'YE."
"NİYE GİDİYORSUN?" DEDİ.
"EFENDİM" DEDİM "BURASI GİTTİKÇE BOZULUYOR. PAVYONLAR, GAZİNOLAR ÇOĞALDI. VE ÇOCUKLAR BOZULUR" DEDİM.
"BAK KARDEŞİM" DEDİ.
"BEN MEKKE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, MEDİNE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, TÜRKİYE'YE GELİRDİM" DEDİ.
"NEDEN?" DEDİM.
"ALEM-İ İSLAM'IN KAPISI, KİLİDİ TÜRKİYE'DİR. BU KAPI AÇILACAK, ALEM-İ İSLAM AÇILACAK."
BAKIN BUNU 56 SENE EVVEL SÖYLEDİ, bakın bugün elhamdülillah kapılar açıldı, Japonya'da eserler okunuyor. Malezya, Endonezya, Pakistan ve Filipinler'e kadar. Ve kapılar açıldı. Bugün dünyanın her yerinde elhamdülillah eserleri okunuyor.
Tarîk-ı Muhammedî (Muhammed'in yolu) (a.s.m), şüphe ve hileden münezzeh (hiç bir şeye muhtaç olmayan, kusursuz) olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnîdir (ihtiyaç duymayandır). Hem de o derece azîm (büyük) ve geniş ve muhit (Her şeyi kuşatan) bir hakikat (gerçek), bahusus (özellikle) bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle (sebeple) saklanmaz. Bahr-ı umman (Okyanus) nasıl bir destide (Testide) saklanacak! Tekraren (Defalarca) söylüyorum ki, ittihad-ı islâm (İslam Birliği) hakikatında (gerçeğinde) olan ittihad-ı Muhammedînin (İslam Birliğinin) (a.s.m.) cihetü'l-vahdeti (Birlik yönü) Tevhid-i İlâhîdir (Allah'ın birliğine iman ve ondan başka ilah olmadığını tasdik etmektir). Peyman (Ahd) ve yemini de îmandır. Müntesibîni (Intisab edenleri, girenleri), umum (tüm) mü'minlerdir. Nizamnâmesi (tüzük metni), sünen-i Ahmediyedir (peygamberin sünnetidir) (a.s.m.). Kânunu (yasası), evâmir (emirleri, kanunları) ve nevâhi-i şer'iyedir (Şeriatın yasakladığı şeylerdir). Bu ittihat (Birlik); âdetten (gelenekten, alışkanlıktan) değil, ibâdettir.
İhfa (gizlenmek), havf (korkmak); riyâdandır (gösteriştendir, iki yüzlülüktendir). Farzda riyâ (gösteriş, iki yüzlülük) yoktur. BU ZAMANIN EN BÜYÜK FARZ VAZÎFESİ (GÖREVİ), İTTİHAD-I İSLÂMDIR (İSLAM BİRLİĞİDİR). ITTİHADIN (BİRLİĞİN) HEDEF VE MAKSADI; O KADAR UZUN, MÜNŞAİB (KOLLARA AYRILMIŞ), MUHİT (HER ŞEYİ KUŞATAN), MERÂKİZ (KARAR YERLERİ) VE MAÂBİD-İ İSLÂMİYEYİ (İSLAMIN İBADET YERLERİNİ) BİRBİRİNE RABTETTİREN (BAĞLAYAN) BİR SİLSİLE-İ NURANİYİ (NURANİ SİLSİLE, SOY) İHTİZAZA GETİRMEKLE (HAREKETE GEÇMEKLE) ONUNLA MERBUT (BAĞLANMIŞ) OLANLARI İKAZ (UYARMA) VE TARÎK-I TERAKKİYE (YÜKSELME, İLERLEME YOLUNA) BİR HÂHİŞ (İSTEK) VE EMR-İ VİCDANÎ (VİCDANİ EMİR) İLE SEVK ETMEKTİR. BU İTTİHADIN (BİRLİĞİN) MEŞREBİ (YOLU) MUHABBETTİR. (SEVGİ BESLEMEKTİR). HUSUMET (DÜŞMANLIK) İSE, CEHALET (BİLGİSİZLİK) VE ZARURET (İSTER İSTEMEZ) NİFAKADIR (İKİ YÜZLÜLÜKTÜR). GAYR-I MÜSLİMLER (MÜSLÜMAN OLMAYANLAR) EMİN OLSUNLAR Kİ, BU İTTİHADIMIZ (BİRLİĞİMİZ), BU ÜÇ SIFATA (VASFA) HÜCUMDUR (KARŞI ÇIKMAKTIR, SALDIRIDIR). GAYR-I MÜSLİME (MÜSLÜMAN OLMAYANA) KARŞI HAREKETİMİZ İKNÂDIR (RAZI ETMEKTİR). ZİRA ONLARI MEDENÎ (FAZİLETLİ, TERBİYELİ) BİLİRİZ. VE İSLÂMİYETİ MAHBUP (SEVİLEN, SEVGİLİ) VE ULVÎ (YÜCE) GÖSTERMEKTİR. Zira (Çünkü) onları munsif (İnsaflı) zannediyoruz. Lâübaliler (Geveze, zevzek) iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye (yabancıya) sevdiremezler. Zira (Çünkü) mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada (Birliğe) tahkik (araştırma) ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (İslam Birliği) (aleyhissalâtü vesselâm) olan ittihad-ı islâmın (İslam Birliğinin) efkâr (fikirler) ve meslek ve hakikatini (gerçeğini) efkâr-ı umumiyeye (Halkın fikirlerine) arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız. (Hutbe-i Şamiye, Sâdâ-yı Hakikat, s. 94)
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ruh-u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İNŞAALLAH, ÂLEM-İ İSLÂMIN (İslam aleminin) DA BÜYÜK BİR BAYRAMINA YETİŞİRSİNİZ. CEMAHİR-İ MÜTTEFİKA-I İSLÂMİYENİN (Birleşik İslam Cumhuriyetlerinin) KUDSÎ (Mukaddes) KANUN-U ESASİYELERİNİN (Anayasasının) MENBAI OLAN (kaynağı olan) KUR'ÂN-I HAKÎM, İSTİKBALE (geleceğe) TAM HÂKİM OLUP BEŞERİYETE (insanlığa) TAM BİR BAYRAMI GETİRECEĞİNE ÇOK EMARELER (işaretler-deliller) VAR.
Saniyen (İkinci olarak): Şüphe kalmadı ki, Nur Risaleleri ve talebeleri, hıfz ve inayet-i İlâhiyeye (Allah'ın koruması ve yardımına) mazhardırlar (şereflenmişlerdir) ki, bu zamanın hassasiyetle (titizlikle) ve bazı keyfî (isteğe bağlı) kanunlarla pek hiddetli bir inatla uzun zamandan beri Nur talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde (oranında) zarar verebildiler. Nurun faal talebelerinden altı yüz talebesinin mahkemelerle meşgul edilmesine dehşetli bir plân varken, yalnız altı talebeye muvakkaten (geçici olarak) ilişildi. Hattâ Nur kahramanının yazdığı gibi, yirmi beş adliye mahkemeleri yüz binler nüshalarında (yazılı belgelerde) ve yüz binler talebelerinde medâr-ı mes'uliyet (sorumluluk sebebi) birşey bulamıyorlar. Ve o kesretli (çeşitli) adliyelerin "Nurlarda suç yok ve bulamıyoruz" demeleri kat'î (kesin) bir delildir. (Emirdağ Lahikası, s. 315)
Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı (değerlisi) olan iman-ı tahkikîyi (sarsılmaz imanı) neşir (yaymak) ve ehl-i imanı (iman sahiplerini) dalâletten (hak yoldan, dinden sapmaktan) kurtarmak cihetiyle (sebebiyle), o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen (gizli birşeyin Allah tarafından birisine ilhâm edilmesi yoluyla bilinmesiyle) görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine (hizmetkarına) vermişler, o hâdime (hizmetkara) mültefitane (iltifat ederek) bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur'u bir programı olarak neşir (yayacak) ve tatbik edecek (yerine getirecek).
O zatın ikinci vazifesi, şeriatı (İslam dinini) icra ve tatbik etmektedir (yerine getirmektedir). Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad (inanç) ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, HİLÂFET-İ İSLÂMİYEYİ (İSLAM HALİFELİĞİNİ) İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) BİNA EDEREK, İSEVÎ RUHANÎLERİYLE (HIRİSTİYANLARLA) İTTİFAK EDİP DİN-İ İSLÂMA (İSLAM DİNİNE) HİZMET ETMEKTİR. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun (herkesin) ve avâmın (halkın) nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile (açıklamaya) muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler (atılırlar). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Hâmisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka (inançsızlık) ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa (maddeciliğe) karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur'ân'ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye (insanlara gelen belâ ve musîbetler), siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur'âniye (Kuran'ın hakikatleri)dir.
Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir (Kadir gecesi) meselesi, şimdi hem Amerika, hem Avrupa'da eseri (izi) görülüyor. Onun için, ŞİMDİKİ BU HÜKÛMETİMİZİN HAKİKİ (ASIL) KUVVETİ, HAKAİK-İ KUR'ÂNİYEYE (KURAN'IN GERÇEKLERİNE) DAYANMAK VE HİZMET ETMEKTİR. BUNUNLA, İHTİYAT (YEDEK) KUVVETİ OLAN ÜÇ YÜZ ELLİ MİLYON UHUVVET-İ İSLÂMİYE (İSLAM KARDEŞLİĞİ) İLE İTTİHAD-I İSLÂM (İSLAM BİRLİĞİ) DAİRESİNDE KARDEŞLERİ KAZANIR. ESKİDEN HIRISTİYAN DEVLETLERİ BU İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) TARAFTAR DEĞİLDİLER. FAKAT ŞİMDİ KOMÜNİSTLİK VE ANARŞİSTLİK ÇIKTIĞI İÇİN, HEM AMERİKA, HEM AVRUPA DEVLETLERİ KUR'ÂN'A VE İTTİHAD-I İSLÂMA (İSLAM BİRLİĞİNE) TARAFTAR OLMAYA MECBURDURLAR...
Kardeşiniz Said Nursî
(Emirdağ Lâhikası, s. 297)
ÜSTAD; BEN MEKKE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, MEDİNE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, TÜRKİYE'YE GELİRDİM. ALEM-İ İSLAM'IN KAPISI, KİLİDİ TÜRKİYE'DİR. BU KAPI AÇILACAK, ALEM-İ İSLAM AÇILACAK."
1 MAYIS 2010 ÜLKE TV AÇIK DENİZ PROGRAMI'NDAN
Sunucu: Bediüzzaman Hazretleri'nin huzuruna ilk ne zaman gittiniz?
Said (Özdemir) Abi: 1953. Bizim Bediüzzaman Hazretleri'ne gidişimiz biraz enteresan oldu. Ben 25-26 yaşlarındayken Diyanette memurdum. Orada bir zat geldi ve harika şeyler anlatıyor. "Ben Peygamberimizi görüyorum. Bana diyorlar ki: Sen ileride Mehdi olacaksın." Öyle şeyler anlatıyor ki Peygamber Efendimiz'den sonra gelen Peygamberlerin hayat hikâyeleri gibi benim gözümün önüne getiriyorlar." Ve onları anlatıyor. Biz de o zaman gençlik sahikasıyla dedik mi madem bu ileride Mehdi olacak. Biz de o zaman onunla arkadaş olalım dedik. Ve arkadaş olduk. 2 sene beraber gezdik. 2 seneden sonra Kendisi Yüksek Mühendisti, Konya'da bir iş aldı oraya gitti. Bende Diyanetten izin aldım, oraya gittim. Kalbime bir şüphe geldi. Hakikaten bu zat Mehdi olacak mı? Ve 3'ler 7'ler mezarlıkları var, gidiyorum oraya. Diyorum ki : "Yarabbi bana hakikati bildir. Hakikaten bu zat Mehdi olacak mı?" Aklıma geldi ki: "Ben bu zatı Bediüzzaman Hazretlerine götürsem, bu zatın Mehdi olup olmayacağını anlar. O zaman neden bunu esinlendim. Bizim köye gelmiş. Bizim Siirt'in Tillo köyünde. Bediüzzaman Hazretleri orada 3 ay kalmışlar... Orada biz bütün köylü, O'nun hatıraları ile büyüdük. Onun için O'na karşı bir güven var. Ben götürürsem bunun ileride Mehdi olup-olmayacağını anlar diyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz'in hadisi şeriflerinde var. Hadislerde çok büyük hizmetler göreceğine dair bazı rivayetler var. Nihayet bir gün dedim ki: Bediüzzaman Hazretleri diye bir zat var. Gidip O'nu ziyaret edelim dedim. Olur dedi. Peder hayattaydı. Onunla bir telgraf çektik. Üçümüz bir arabaya bindik, Isparta'ya geldik. Dedik ki biraz geç olmuştur ama Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edelim. Bizim Mehdi kapıyı çaldı. Sungur Abi çıktı. Sungur Abi'ye "Ben Mehdiyim, Peygamberimiz'den selamlar, görüşmek istiyorum. O da biraz düşündü. "Kardeşim Üstad yatmış, yarın." Kapıyı kapattı. Bizim ki biraz kızdı. "Olur mu ben buraya kadar gelmişim. Tekrar kapıyı çaldı. Bu sefer rahmetli Bayram çıktı. "Kardeşim ben Mehdi'yim. Peygamberimiz'den selam var. Görüşmek istiyorum. O da dedi ki: "Kardeşim pencereye bak, pencerede ışık sönmüş, yatmış, uyandıramayız." O da kapıyı kapayınca bizimki kızdı. "Bir daha gelmem" dedi. Dedim ki "bir otele gidelim". Nihayetinde bir otele gittik. Yattık. Baktık ki sabah namazında bizim otel kapısı açıldı. Bediüzzaman Hazretlerine hizmet eden Ceylan geldi. Ceylan Çalışkan. Dedi ki: "Bediüzzaman Hazretleri beni gönderdi. Yalnız onlar 3 kişiymiş. Bana 2 kişi getireceksin. 3 kişi getirmeyeceksin." demiş. "Kimi götüreyim?" Biz pederle birbirimize baktık. O dedi ki, "ben zaten gelmeyecektim", biz pederle, baba-oğul beraber ‘ın huzuruna çıktık. Elini öptüm, oturdum. Bana dedi ki: "Nerelisin?". "Efendim Siirt'in Tillo köyündenim. "Bak" dedi. Tam 70 sene evvel sizin köydeydim. Oradan bana bir yardımcı çıkması için Cenab-ı Hakka dua etmiştim. Demek ki Cenab-ı Hak seni gönderdi" dedi. Dedim ki. "Cenab-ı Hak layık kılsın."
(…) ÜSTADIM BEN BU MEMLEKETTEN GİDECEĞİM DEDİM.
"NEREYE GİDECEKSİN?" DEDİ.
"HİCAZ'A. YA MEKKE-İ MÜKKERREME'YE YA MEDİNE-İ MÜKERREME'YE."
"NİYE GİDİYORSUN?" DEDİ.
"EFENDİM" DEDİM "BURASI GİTTİKÇE BOZULUYOR. PAVYONLAR, GAZİNOLAR ÇOĞALDI. VE ÇOCUKLAR BOZULUR" DEDİM.
"BAK KARDEŞİM" DEDİ.
"BEN MEKKE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, MEDİNE-İ MÜKERREME'DE OLSAYDIM, TÜRKİYE'YE GELİRDİM" DEDİ.
"NEDEN?" DEDİM.
"ALEM-İ İSLAM'IN KAPISI, KİLİDİ TÜRKİYE'DİR. BU KAPI AÇILACAK, ALEM-İ İSLAM AÇILACAK."
BAKIN BUNU 56 SENE EVVEL SÖYLEDİ, bakın bugün elhamdülillah kapılar açıldı, Japonya'da eserler okunuyor. Malezya, Endonezya, Pakistan ve Filipinler'e kadar. Ve kapılar açıldı. Bugün dünyanın her yerinde elhamdülillah eserleri okunuyor.
BEDİÜZZAMAN'IN; KENDİSİNİN SEYYİD OLMADIĞINI İFADE ETTİĞİ SÖZLERİ (TÜRKÇE)
1.
Altıncısı: Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakîn ulûm-u imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir neivi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev'inde ziyade hüsn-ü zanla müfritâne methetmeleriyle beni suçlu gösterene derim:
Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde Kur'ân'ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye bana sadık, has, metin yardımcıları verdi.
Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimâne medihlerini (methetmelerini, övgülerini) bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle (üzerek, ikaz ederek) kırmak, o hazine-i Kur'âniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet (düşmanlık, kin) hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis (herşeyini kaybetmiş) şahsıma karşı medh ü senâlarını (meth edip övmelerin), asıl mal sahibi ve bir mânevî mucize-i Kur'âniye olan Risale-i Nur'a ve has şakirtlerinin şahsiyet-i mâneviyesine çeviriyordum. "Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz" diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif (reddeden) ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor? Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sayfasında, "ÂHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI NESLEN ÂL-İ BEYTTEN OLACAK. BİZ NUR ŞAKİRTLERİ, ANCAK MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİZ. ... (Şualar, sayfa: 390)
2.
55: "Hazret-i Ali'nin (r.a.) ilm-i hakikat (hakikat ilmi) itibariyle şakirdi (talebesi) olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim" demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini (layık olduğunu) kabul etmiş görülmektedir.
Bedî' (hayret verici, garib) mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde (Hz. Ali (r.a.) tarafından telif edilen bir kasîde) İmam-ı Ali'nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur'a sarahat (açıklık) derecesine yakın işarâtı (işareti) içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur'a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur'a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, "Ben de mânevî âl-İ Beytten sayIlabİlİrİm" demekten maksadIm, bİr kIsIm müçtehİdlerİn, "Onun âİlesİne ve ashabIna selâm olsun" duasInda, "Seyyİd olmayan, fakat ehl-İ takvâ bulunanlar o duada dahİldİrler" dedİklerİnden, o umumî (genel) duada benİm de bİr hİssem bulunmasI İçİn rİcakârâne bİr tevİldİr. Yoksa, o hatâkârane mânâ (hatalı anlam) hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358 )
3.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu (bilgi sahibi kişileri), bazı şakirtlerin (talebelerin) bu itikatlarına (inançlarına, düşüncelerine) göre, bana karşı demişler ki:
"EĞER MEHDİLİK DAVA ETSE, bütün şakİrdlerİ (talebeleri) KABUL EDECEKLER." BEN DE ONLARA DEMİŞTİM: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, AL-İ BEYTTEN (Peygamberimiz (s.a.v.)'in neslinden) OLACAKTIR. GERÇİ MANEN (MANEVİ OLARAK) BEN HAZRET-İ ALİ'NİN (R.A.) BİR VELED-İ MANEVİSİ (MANEVİ EVLADI) HÜKMÜNDE ONDAN HAKİKAT DERSİNİ ALDIM VE AL-İ MUHAMMED ALEYHİSSELAM BİR MANADA HAKİKİ NUR ŞAKİRTLERİNE ŞAMİL OLMASINDAN (GERÇEK NUR TALEBELERİNİ DE KAPSADIĞI İÇİN), BEN DE AL-İ BEYTTEN (PEYGAMBERİMİZ (SAAS)'İN NESLİNDEN) SAYILABİLİRİM. Fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette (hiç bir yönden) benlik ve şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından (samimiyetin sırrına ters düşmesinden), Cenab-ı Hakka hadsiz (sonsuz) şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsi ve haddimden hadsiz derece fazla makamata (kendi sınırlarımdan sonsuz derecede fazla makama) gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlası (samimiyeti) bozmamak için, uhrevi makamat (makam) dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim, o ehl-i vukuf (bilgi sahibi kişiler) sustu. (Emirdağ Lahikası, sayfa: 233)
4.
İddianamede benim hakkımda dört esas var. Birinci Esas: Güya bende tefahhur (böbürlenme) ve hodfüruşluk (kendini beğenmişlik) var ve kendimi müceddid (büyük alim) biliyorum.
Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ'DEKİ EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN ŞAKİRDLERİ KABUL EDECEK" DEDİKLERİNE MUKABİL SAİD İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ SEYYİD OLACAK." DİYE ONLARI REDDETMİŞ. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 355 )
5.
SEYYİD OLMAYAN "SEYYİDİM" VE SEYYİD OLAN "DEĞİLİM" DİYENLER, İKİSİ DE GÜNAHKAR VE DUHUL (dahil olmak) İLE HURUC (isyan) HARAM OLDUKLARI GİBİ ...HADİS VE KURAN'DA DAHİ, ZİYADE VEYA NOKSAN (fazla veya eksik) ETMEK MEMNU'DUR (yasaklanmıştır). Fakat ziyade etmek (ilave yapmak), nizamı bozduğu (düzeni bozduğu) ve vehme (şüpheye) kapı açtığı için, daha zararlıdır. Noksana cehil (cahil olanın eksikleri) bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek (ilave yapmak), ilimle olur. Âlim olan mâzur değildir (bilgili olanın özrü yoktur). Kezalik (Bu nedenle), dinden birşeyi fasl (ayırmak) veya olmayanı vasl etmek (ortaya getirmek), ikisi de caiz değildir (sakıncalıdır). (Muhakemat, sayfa: 46)
Altıncısı: Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakîn ulûm-u imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir neivi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev'inde ziyade hüsn-ü zanla müfritâne methetmeleriyle beni suçlu gösterene derim:
Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde Kur'ân'ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye bana sadık, has, metin yardımcıları verdi.
Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimâne medihlerini (methetmelerini, övgülerini) bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle (üzerek, ikaz ederek) kırmak, o hazine-i Kur'âniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet (düşmanlık, kin) hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis (herşeyini kaybetmiş) şahsıma karşı medh ü senâlarını (meth edip övmelerin), asıl mal sahibi ve bir mânevî mucize-i Kur'âniye olan Risale-i Nur'a ve has şakirtlerinin şahsiyet-i mâneviyesine çeviriyordum. "Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz" diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif (reddeden) ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor? Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sayfasında, "ÂHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI NESLEN ÂL-İ BEYTTEN OLACAK. BİZ NUR ŞAKİRTLERİ, ANCAK MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİZ. ... (Şualar, sayfa: 390)
2.
55: "Hazret-i Ali'nin (r.a.) ilm-i hakikat (hakikat ilmi) itibariyle şakirdi (talebesi) olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim" demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini (layık olduğunu) kabul etmiş görülmektedir.
Bedî' (hayret verici, garib) mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde (Hz. Ali (r.a.) tarafından telif edilen bir kasîde) İmam-ı Ali'nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur'a sarahat (açıklık) derecesine yakın işarâtı (işareti) içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur'a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur'a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, "Ben de mânevî âl-İ Beytten sayIlabİlİrİm" demekten maksadIm, bİr kIsIm müçtehİdlerİn, "Onun âİlesİne ve ashabIna selâm olsun" duasInda, "Seyyİd olmayan, fakat ehl-İ takvâ bulunanlar o duada dahİldİrler" dedİklerİnden, o umumî (genel) duada benİm de bİr hİssem bulunmasI İçİn rİcakârâne bİr tevİldİr. Yoksa, o hatâkârane mânâ (hatalı anlam) hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358 )
3.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu (bilgi sahibi kişileri), bazı şakirtlerin (talebelerin) bu itikatlarına (inançlarına, düşüncelerine) göre, bana karşı demişler ki:
"EĞER MEHDİLİK DAVA ETSE, bütün şakİrdlerİ (talebeleri) KABUL EDECEKLER." BEN DE ONLARA DEMİŞTİM: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, AL-İ BEYTTEN (Peygamberimiz (s.a.v.)'in neslinden) OLACAKTIR. GERÇİ MANEN (MANEVİ OLARAK) BEN HAZRET-İ ALİ'NİN (R.A.) BİR VELED-İ MANEVİSİ (MANEVİ EVLADI) HÜKMÜNDE ONDAN HAKİKAT DERSİNİ ALDIM VE AL-İ MUHAMMED ALEYHİSSELAM BİR MANADA HAKİKİ NUR ŞAKİRTLERİNE ŞAMİL OLMASINDAN (GERÇEK NUR TALEBELERİNİ DE KAPSADIĞI İÇİN), BEN DE AL-İ BEYTTEN (PEYGAMBERİMİZ (SAAS)'İN NESLİNDEN) SAYILABİLİRİM. Fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette (hiç bir yönden) benlik ve şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından (samimiyetin sırrına ters düşmesinden), Cenab-ı Hakka hadsiz (sonsuz) şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsi ve haddimden hadsiz derece fazla makamata (kendi sınırlarımdan sonsuz derecede fazla makama) gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlası (samimiyeti) bozmamak için, uhrevi makamat (makam) dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim, o ehl-i vukuf (bilgi sahibi kişiler) sustu. (Emirdağ Lahikası, sayfa: 233)
4.
İddianamede benim hakkımda dört esas var. Birinci Esas: Güya bende tefahhur (böbürlenme) ve hodfüruşluk (kendini beğenmişlik) var ve kendimi müceddid (büyük alim) biliyorum.
Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ'DEKİ EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN ŞAKİRDLERİ KABUL EDECEK" DEDİKLERİNE MUKABİL SAİD İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ SEYYİD OLACAK." DİYE ONLARI REDDETMİŞ. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 355 )
5.
SEYYİD OLMAYAN "SEYYİDİM" VE SEYYİD OLAN "DEĞİLİM" DİYENLER, İKİSİ DE GÜNAHKAR VE DUHUL (dahil olmak) İLE HURUC (isyan) HARAM OLDUKLARI GİBİ ...HADİS VE KURAN'DA DAHİ, ZİYADE VEYA NOKSAN (fazla veya eksik) ETMEK MEMNU'DUR (yasaklanmıştır). Fakat ziyade etmek (ilave yapmak), nizamı bozduğu (düzeni bozduğu) ve vehme (şüpheye) kapı açtığı için, daha zararlıdır. Noksana cehil (cahil olanın eksikleri) bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek (ilave yapmak), ilimle olur. Âlim olan mâzur değildir (bilgili olanın özrü yoktur). Kezalik (Bu nedenle), dinden birşeyi fasl (ayırmak) veya olmayanı vasl etmek (ortaya getirmek), ikisi de caiz değildir (sakıncalıdır). (Muhakemat, sayfa: 46)
BEDİÜZZAMAN'IN; KENDİSİNİN SEYYİD OLMADIĞINI İFADE ETTİĞİ SÖZLERİ (OSMANLICA)
1.
Altıncısı: Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakîn ulûm-u imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev'inde ziyade hüsn-ü zanla müfritâne methetmeleriyle beni suçlu gösterene derim:
Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde Kur'ân'ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye bana sadık, has, metin yardımcıları verdi.
Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimâne medihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle kırmak, o hazine-i Kur'âniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis şahsıma karşı medh ü senâlarını, asıl mal sahibi ve bir mânevî mucize-i Kur'âniye olan Risale-i Nur'a ve has şakirtlerinin şahsiyet-i mâneviyesine çeviriyordum. "Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz" diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor? Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sayfasında, "ÂHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI NESLEN ÂL-İ BEYTTEN OLACAK. BİZ NUR ŞAKİRTLERİ, ANCAK MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİZ. ... (Şualar, Sayfa 390)
2.
55: "Hazret-i Ali'nin (r.a.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim" demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş görülmektedir.
Bedî' mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde (Hz. Ali (r.a.) tarafından telif edilen bir kasîde) İmam-ı Ali'nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur'a sarahat derecesine yakın işarâtı içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur'a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur'a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, "BEN DE MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM" DEMEKTEN MAKSADIM, BİR KISIM MÜÇTEHİDLERİN, "ONUN ÂİLESİNE VE ASHABINA SELÂM OLSUN" DUASINDA, "SEYYİD OLMAYAN, FAKAT EHL-İ TAKVÂ BULUNANLAR O DUADA DAHİLDİRLER" DEDİKLERİNDEN, O UMUMÎ DUADA BENİM DE BİR HİSSEM BULUNMASI İÇİN RİCAKÂRÂNE BİR TEVİLDİR. Yoksa, o hatâkârane mânâ (hatalı anlam) hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358 )
3.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu (bilgi sahibi kişileri), bazı şakirtlerin (talebelerin) bu itikatlarına (inançlarına, düşüncelerine) göre, bana karşı demişler ki:
"EĞER MEHDİLİK DAVA ETSE, bütün şakİrdlerİ (talebeleri) KABUL EDECEKLER." BEN DE ONLARA DEMİŞTİM: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, AL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. GERÇİ MANEN BEN HAZRET-İ ALİ'NİN (R.A.) BİR VELED-İ MANEVİSİ HÜKMÜNDE ONDAN HAKİKAT DERSİNİ ALDIM VE AL-İ MUHAMMED ALEYHİSSELAM BİR MANADA HAKİKİ NUR ŞAKİRTLERİNE ŞAMİL OLMASINDAN BEN DE AL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM. Fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsi ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevi makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim, o ehl-i vukuf
4.
İddianamede benim hakkımda dört esas var.
Birinci Esas: Güya bende tefahhur ve odfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum.
Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ'DEKİ EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN ŞAKİRDLERİ KABUL EDECEK" DEDİKLERİNE MUKABİL SAİD İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ SEYYİD OLACAK." DİYE ONLARI REDDETMİŞ. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 355 )
5.
SEYYİD OLMAYAN "SEYYİDİM" VE SEYYİD OLAN "DEĞİLİM" DİYENLER, İKİSİ DE GÜNAHKAR VE DUHUL İLE HURUC HARAM OLDUKLARI GİBİ...HADİS VE KURAN'DA DAHİ, ZİYADE VEYA NOKSAN (fazla veya eksik) ETMEK MEMNU'DUR. Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için, daha zararlıdır. Noksana cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilimle olur. Âlim olan mâzur değildir. Kezalik, dinden birşeyi fasl veya olmayanı vasl etmek ikisi de caiz değildir. (Muhakemat, sayfa: 46)
Altıncısı: Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakîn ulûm-u imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev'inde ziyade hüsn-ü zanla müfritâne methetmeleriyle beni suçlu gösterene derim:
Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde Kur'ân'ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye bana sadık, has, metin yardımcıları verdi.
Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimâne medihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle kırmak, o hazine-i Kur'âniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis şahsıma karşı medh ü senâlarını, asıl mal sahibi ve bir mânevî mucize-i Kur'âniye olan Risale-i Nur'a ve has şakirtlerinin şahsiyet-i mâneviyesine çeviriyordum. "Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz" diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor? Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sayfasında, "ÂHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI NESLEN ÂL-İ BEYTTEN OLACAK. BİZ NUR ŞAKİRTLERİ, ANCAK MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİZ. ... (Şualar, Sayfa 390)
2.
55: "Hazret-i Ali'nin (r.a.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim" demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş görülmektedir.
Bedî' mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde (Hz. Ali (r.a.) tarafından telif edilen bir kasîde) İmam-ı Ali'nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur'a sarahat derecesine yakın işarâtı içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur'a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur'a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, "BEN DE MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM" DEMEKTEN MAKSADIM, BİR KISIM MÜÇTEHİDLERİN, "ONUN ÂİLESİNE VE ASHABINA SELÂM OLSUN" DUASINDA, "SEYYİD OLMAYAN, FAKAT EHL-İ TAKVÂ BULUNANLAR O DUADA DAHİLDİRLER" DEDİKLERİNDEN, O UMUMÎ DUADA BENİM DE BİR HİSSEM BULUNMASI İÇİN RİCAKÂRÂNE BİR TEVİLDİR. Yoksa, o hatâkârane mânâ (hatalı anlam) hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358 )
3.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu (bilgi sahibi kişileri), bazı şakirtlerin (talebelerin) bu itikatlarına (inançlarına, düşüncelerine) göre, bana karşı demişler ki:
"EĞER MEHDİLİK DAVA ETSE, bütün şakİrdlerİ (talebeleri) KABUL EDECEKLER." BEN DE ONLARA DEMİŞTİM: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, AL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. GERÇİ MANEN BEN HAZRET-İ ALİ'NİN (R.A.) BİR VELED-İ MANEVİSİ HÜKMÜNDE ONDAN HAKİKAT DERSİNİ ALDIM VE AL-İ MUHAMMED ALEYHİSSELAM BİR MANADA HAKİKİ NUR ŞAKİRTLERİNE ŞAMİL OLMASINDAN BEN DE AL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM. Fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsi ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevi makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim, o ehl-i vukuf
4.
İddianamede benim hakkımda dört esas var.
Birinci Esas: Güya bende tefahhur ve odfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum.
Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ'DEKİ EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN ŞAKİRDLERİ KABUL EDECEK" DEDİKLERİNE MUKABİL SAİD İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ SEYYİD OLACAK." DİYE ONLARI REDDETMİŞ. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 355 )
5.
SEYYİD OLMAYAN "SEYYİDİM" VE SEYYİD OLAN "DEĞİLİM" DİYENLER, İKİSİ DE GÜNAHKAR VE DUHUL İLE HURUC HARAM OLDUKLARI GİBİ...HADİS VE KURAN'DA DAHİ, ZİYADE VEYA NOKSAN (fazla veya eksik) ETMEK MEMNU'DUR. Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için, daha zararlıdır. Noksana cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilimle olur. Âlim olan mâzur değildir. Kezalik, dinden birşeyi fasl veya olmayanı vasl etmek ikisi de caiz değildir. (Muhakemat, sayfa: 46)
AHİR ZAMANIN BÜYÜK MEHDİSİ ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPACAKTIR
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz."
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDÎ'NİN, O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi : HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi : İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-1, ss. 231-233)
On Dokuzuncu Mesele
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN (RADIYALLAHU ANH) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE SİYASET ÂLEMİNDE, DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT ÂLEMİNDE, CİHAD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI OLDUĞU GİBİ, her bir asır, me'yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜYÜK MEHDÎNİN BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA EDEN ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA VE KABİLESİNE VE CEMİYETİNE VE CEMAATİNE YETİŞEBİLSİN.
EVET, YÜZER KUDSÎ KAHRAMANLARI YETİŞTİREN VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI ÜMMETİN BAŞINA GEÇİREN VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA VE İMANIN NURUYLA VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE BESLENEN, TEKEMMÜL EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-I FURKANİYEYİ VE SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ (A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA İLE, BAŞKUMANDANLARI OLAN BÜYÜK MEHDÎNİN KEMÂL-İ ADALETİNİ VE HAKKANİYETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET MÂKUL OLMAKLA BERABER, GAYET LÂZIM VE ZARURÎ VE HAYAT-I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN MUKTEZASIDIR. (Şualar, ss.509-510)
Saidu'n-Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne olarak âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN,temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin ÜÇ VAZİFESİ OLDUĞU, BUNLARIN İMANI KURTARMAK, HİLÂFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANIYLA ŞEÂİR-İ İSLÂMİYEYİ İHYÂ ETMEK VE İNKILÂBÂT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKÂM-I KUR'ÂNİYENİN VE ŞERİAT-I MUHAMMEDİYENİN (A.S.M.) KANUNLARININ BİR DERECE TÂDİLE UĞRAMASIYLA O ZÂT, BU VAZİFE-İ UZMÂYI YAPMAYA ÇALIŞIR. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.
BİRİNCİSİ: ÂHİRDE İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER. FAKAT HİLÂFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) VE İTTİHAD-I İSLÂM AVAMDA VE EHL-İ SİYASETTE, HUSUSAN BU ASRIN EFKÂRINDA O BİRİNCİ VAZİFEDEN BİN DERECE GENİŞ GÖRÜNÜYOR. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFEDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARIYLA, ÂHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR.
İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI ÂL-İ BEYT'TEN OLACAK. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir. (Şualar, ss. 381-382)
Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Nurun fevkalâde has şakirtleri, Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla, o evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip, fakat iki iltibas içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler; fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK CİHETİYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK'.
O ZATIN İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası:
Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl: O gelecek zatIn İsmİnİ vermek, ÜÇ VAZİFESİ BİRDEN HATIRA GELİYOR; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, ss. 9-11)
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrane olarak, ahir zamanda gelen Al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat i bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lazım.
BİRİNCİSİ : ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDİ-İ AL-İ RESULÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSİ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVİSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
BİRİNCİSİ : FEN VE FELSEFENİN TASALLUTUYLA VE MADDİYUN VE TABİİYYUN TAUNU, BEŞER İÇİNE İNTİŞAR ETMESİYLE, HERŞEYDEN EVVEL FELSEFEYİ VE MADDİYUN FİKRİNİ TAM SUSTURACAK BİR TARZDA İMANI KURTARMAKTIR. EHL-İ İMANI DALALETTEN MUHAFAZA ETMEK VE BU VAZİFE HEM DÜNYA, HEM HERŞEYİ BIRAKMAKLA, ÇOK ZAMAN TEDKİKAT İLE MEŞGULİYETİ İKTİZA ETTİĞİNDEN, HAZRET-İ MEHDİNİN, O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI, ONUNLA İŞTİGALE VAKİT BIRAKMIYOR. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK.
O zât o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun uzun araştırmaları, İNCELEMELERİ) İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROGRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ (DAYANDIĞI) KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD (DAYANIŞMA) SIFATLARINA TAM SAHİB OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR (ÖĞRENCİLERDİR). NE KADAR DA AZ DA OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR. (Emirdağ Lâhikası-1, ss. 266-267)
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz."
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDÎ'NİN, O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi : HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi : İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-1, ss. 231-233)
On Dokuzuncu Mesele
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN (RADIYALLAHU ANH) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE SİYASET ÂLEMİNDE, DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT ÂLEMİNDE, CİHAD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI OLDUĞU GİBİ, her bir asır, me'yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜYÜK MEHDÎNİN BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA EDEN ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA VE KABİLESİNE VE CEMİYETİNE VE CEMAATİNE YETİŞEBİLSİN.
EVET, YÜZER KUDSÎ KAHRAMANLARI YETİŞTİREN VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI ÜMMETİN BAŞINA GEÇİREN VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA VE İMANIN NURUYLA VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE BESLENEN, TEKEMMÜL EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-I FURKANİYEYİ VE SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ (A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA İLE, BAŞKUMANDANLARI OLAN BÜYÜK MEHDÎNİN KEMÂL-İ ADALETİNİ VE HAKKANİYETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET MÂKUL OLMAKLA BERABER, GAYET LÂZIM VE ZARURÎ VE HAYAT-I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN MUKTEZASIDIR. (Şualar, ss.509-510)
Saidu'n-Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne olarak âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN,temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin ÜÇ VAZİFESİ OLDUĞU, BUNLARIN İMANI KURTARMAK, HİLÂFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANIYLA ŞEÂİR-İ İSLÂMİYEYİ İHYÂ ETMEK VE İNKILÂBÂT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKÂM-I KUR'ÂNİYENİN VE ŞERİAT-I MUHAMMEDİYENİN (A.S.M.) KANUNLARININ BİR DERECE TÂDİLE UĞRAMASIYLA O ZÂT, BU VAZİFE-İ UZMÂYI YAPMAYA ÇALIŞIR. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.
BİRİNCİSİ: ÂHİRDE İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER. FAKAT HİLÂFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) VE İTTİHAD-I İSLÂM AVAMDA VE EHL-İ SİYASETTE, HUSUSAN BU ASRIN EFKÂRINDA O BİRİNCİ VAZİFEDEN BİN DERECE GENİŞ GÖRÜNÜYOR. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFEDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARIYLA, ÂHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR.
İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI ÂL-İ BEYT'TEN OLACAK. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir. (Şualar, ss. 381-382)
Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Nurun fevkalâde has şakirtleri, Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla, o evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip, fakat iki iltibas içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler; fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK CİHETİYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK'.
O ZATIN İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası:
Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl: O gelecek zatIn İsmİnİ vermek, ÜÇ VAZİFESİ BİRDEN HATIRA GELİYOR; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, ss. 9-11)
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrane olarak, ahir zamanda gelen Al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat i bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lazım.
BİRİNCİSİ : ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDİ-İ AL-İ RESULÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSİ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVİSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
BİRİNCİSİ : FEN VE FELSEFENİN TASALLUTUYLA VE MADDİYUN VE TABİİYYUN TAUNU, BEŞER İÇİNE İNTİŞAR ETMESİYLE, HERŞEYDEN EVVEL FELSEFEYİ VE MADDİYUN FİKRİNİ TAM SUSTURACAK BİR TARZDA İMANI KURTARMAKTIR. EHL-İ İMANI DALALETTEN MUHAFAZA ETMEK VE BU VAZİFE HEM DÜNYA, HEM HERŞEYİ BIRAKMAKLA, ÇOK ZAMAN TEDKİKAT İLE MEŞGULİYETİ İKTİZA ETTİĞİNDEN, HAZRET-İ MEHDİNİN, O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI, ONUNLA İŞTİGALE VAKİT BIRAKMIYOR. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK.
O zât o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun uzun araştırmaları, İNCELEMELERİ) İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROGRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ (DAYANDIĞI) KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD (DAYANIŞMA) SIFATLARINA TAM SAHİB OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR (ÖĞRENCİLERDİR). NE KADAR DA AZ DA OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR. (Emirdağ Lâhikası-1, ss. 266-267)
BEDİÜZZAMAN, RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI'NDA 63 DEFA HZ. MEHDİ (A.S.)'IN BİR ŞAHIS BİR ZAT, BİR İNSAN OLARAK GELECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR (devamı)
13.
Hem hapis usûlü tecrid onbeş gün kadar olduğu halde, beni üçbuçuk ay tecrid-i mutlakta hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler. Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından çok rica ettim ki, "Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz" dedim; izin vermediler. Dediler, "Avukat gelsin, okusun." Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: "Eski hurufa çevir, ona ver." Halbuki o kırk sahifeyi yazmak altı-yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı-yedi güne kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdad ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat etmektir. Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir adam dahi böyle muamele göremez. Ben hakikaten bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azab çekiyorum. Ben haber aldım ki, mahkeme reisi vicdanlı ve merhametlidir. Bu kanaate binaen, ilk ve son bir tecrübe olarak makamınıza bu istirhamname ve şekvayı yazdım.
Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan
Said Nursî
İDDİANAMEDE BENİM HAKKIMDA DÖRT ESAS VAR:
Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ'DEKİ EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN ŞAKİRDLERİ KABUL EDECEK" DEDİKLERİNE MUKABİL, SAİD İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ (52. TEKRAR) SEYYİD OLACAK." (Şualar, 14. Şua, s. 355 )
14.
Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki, "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümâtını dağıtacak." Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR. ÖYLE KUDSÎ ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR ETMEK LÂZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİMİZLE O NURANÎ ZATLARA (53. TEKRAR) ZEMİN İHZAR EDİYORUZ. Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi beyan etmekte medar-i fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189) (Barla Lahikası, 28. Mektuptan 7. Risale Olan 7. Mesele)
15.
...Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli 'lar ve ikişer sayılsa, BUNDAN BİR ASIR SONRA ZULÜMATI DAĞITACAK ZATLAR ise, HAZRET-İ MEHDİ'NİN (54. TEKRAR) şakirdleri olabilir." (Şualar, s. 605)
16.
İkinci İşaret, yani: Altıncı İşaret
HAZRET-İ MEHDÎNİN (55. TEKRAR) cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani Âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkârı ulûhiyetten kurtaracak. Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle iktifâ ediyoruz. (Mektubat, s.426)
17.
Beşinci nokta: Hem her iki deccalın, asırlarına ait olan harikaları, onların bahsiyle ve münasebetiyle rivayet edildiğinden, onların şahıslarından sudûr edeceği telâkki ve tevehhüm edilmesinden, o rivayet müteşabih olmuş, mânâsı gizlenmiş, meselâ tayyare ve şimendiferle gezmesi... Hem meselâ, meşhur olmuş ki, İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul'da Dikilitaş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki, "O öldü." Yani pek acip ve şeytanları dahi hayrette bırakan radyoyla bağırılacak, haber verilecek.
Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ, "O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz" rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek, ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur'âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzulüyle o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.
Hem bir kısım râvîlerin kabil-i hatâ içtihadlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadis zannedilir, mânâ gizlenir. Vâkıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne geçer. Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin şahs-ı mânevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infirâdî galip olduğundan, cemaatin sıfat-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatin başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle, o şahıslar, harika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acûbe cisim ve müthiş bir heykel ve çok harika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vâkıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur. HEM İKİ DECCALİN SIFATLARI VE HALLERİ AYRI AYRI OLDUĞU HALDE, MUTLAK GELEN RİVAYETLERDE İLTİBAS OLUYOR; BİRİ, ÖTEKİ ZANNEDİLİR. HEM BÜYÜK MEHDÎNİN HALLERİ (56. TEKRAR) SÂBIK MEHDÎLERE İŞARET EDEN RİVAYETLERE MUTABIK ÇIKMIYOR, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (r.a.) yalnız İslâm Deccalından bahseder. Mukaddime bitti, meselelere başlıyoruz.
(Şualar, ss.500- 501)
18.
Sekizinci Asıl: Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum'a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret ve dünya müvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf u reca ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte kıyamet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hanesinin ve köyünün bekasıyla alâkadardır. Öyle de; hayat-ı içtimaiye ve nev'iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur'an "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)" der. "Kıyamet yakındır" ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-ı Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti mugayyebat-ı hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları, "Şeraiti hemen hemen çıkmış" demişler.İşte bu hakikatı bilmeyen insafsız insanlar derler ki: "Âhiretin tafsilatını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri, niçin 1000 sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA KARİB ZANNETMİŞLER.
Elcevab: Çünki Sahabeler, feyz-i sohbet-i nübüvvetten herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek, kıyametin ibham-ı vaktindeki hikmet-i İlahiyeyi anlayarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz" tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikattan uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu nevi sözleri hikmet-i ibhamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki; HZ. MEHDİ (A.S.) (57. TEKRAR), SÜFYAN GİBİ ÂHİRZAMANDA GELECEK EŞHASLARI (58. TEKRAR) çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.
19.
Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarınatatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi Hz. merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, O EŞHAS-I HÂRİKA (59. TEKRAR) çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. ÖYLE İSE O EŞHAS (60. TEKRAR), hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, O EŞHAS-I (61. TEKRAR) ÂHİRZAMAN TANINABİLİR. (Sözler, s.318)
20.
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmı,
Şeâir-i İslâmiyenin tağyirine asla razı olmayan ve tahammül edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete kat'î bir hüccet; Te'vilkârâne "Zahirî muvafakat gösteriyorum" iddiasında bulunanları birinci zümreye ilhak ettirecek müessir bir kuvvet; Ulemâü's-sû' ahzâbına şedit bir tokat; Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid'alar çıkaranlara, kahir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lânet; BEŞİNCİ VE ALTINCI İŞARETLER, ISLAH-I ÂLEMİN BİZZAT HAZRET-İ MEHDÎNİN (62. TEKRAR) ZUHURUNA VÂBESTE OLDUĞUNA KANAAT EDEN ZÜMREDEN, BU ZÂT-I ÂLÎŞÂNIN (63. TEKRAR) DAHİ BU EMİRDE MUKTEDİR OLMASINDA ŞÜPHE DUYANLARIN, BU VEHİMLERİNİ BERTARAF EDECEK, İTİMATLARINI TEMİN EDECEK, GAYET KUVVETLİ GÜNEŞ GİBİ BİR HAKİKAT;
Yedinci İşaret, bu asrın en mâkul mücahedesinin nasıl yapılmak iktiza ettiğine delâlet eden, mahz-ı hikmet gibi hâssaları câmidir.
Âciz kardeşinizin kısa vasfı da, elbette aczine şehadet eder. Yoksa bu hakaiki lâyıkıyla vasfeylemek, bu biçarenin haddi değildir. (Mektubat, s. 174)
Hem hapis usûlü tecrid onbeş gün kadar olduğu halde, beni üçbuçuk ay tecrid-i mutlakta hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler. Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından çok rica ettim ki, "Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz" dedim; izin vermediler. Dediler, "Avukat gelsin, okusun." Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: "Eski hurufa çevir, ona ver." Halbuki o kırk sahifeyi yazmak altı-yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı-yedi güne kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdad ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat etmektir. Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir adam dahi böyle muamele göremez. Ben hakikaten bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azab çekiyorum. Ben haber aldım ki, mahkeme reisi vicdanlı ve merhametlidir. Bu kanaate binaen, ilk ve son bir tecrübe olarak makamınıza bu istirhamname ve şekvayı yazdım.
Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan
Said Nursî
İDDİANAMEDE BENİM HAKKIMDA DÖRT ESAS VAR:
Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ'DEKİ EHL-İ VUKUF, "EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN ŞAKİRDLERİ KABUL EDECEK" DEDİKLERİNE MUKABİL, SAİD İTİRAZNAMESİNDE DEMİŞ Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ (52. TEKRAR) SEYYİD OLACAK." (Şualar, 14. Şua, s. 355 )
14.
Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki, "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümâtını dağıtacak." Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR. ÖYLE KUDSÎ ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR ETMEK LÂZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİMİZLE O NURANÎ ZATLARA (53. TEKRAR) ZEMİN İHZAR EDİYORUZ. Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi beyan etmekte medar-i fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189) (Barla Lahikası, 28. Mektuptan 7. Risale Olan 7. Mesele)
15.
...Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli 'lar ve ikişer sayılsa, BUNDAN BİR ASIR SONRA ZULÜMATI DAĞITACAK ZATLAR ise, HAZRET-İ MEHDİ'NİN (54. TEKRAR) şakirdleri olabilir." (Şualar, s. 605)
16.
İkinci İşaret, yani: Altıncı İşaret
HAZRET-İ MEHDÎNİN (55. TEKRAR) cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani Âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkârı ulûhiyetten kurtaracak. Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle iktifâ ediyoruz. (Mektubat, s.426)
17.
Beşinci nokta: Hem her iki deccalın, asırlarına ait olan harikaları, onların bahsiyle ve münasebetiyle rivayet edildiğinden, onların şahıslarından sudûr edeceği telâkki ve tevehhüm edilmesinden, o rivayet müteşabih olmuş, mânâsı gizlenmiş, meselâ tayyare ve şimendiferle gezmesi... Hem meselâ, meşhur olmuş ki, İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul'da Dikilitaş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki, "O öldü." Yani pek acip ve şeytanları dahi hayrette bırakan radyoyla bağırılacak, haber verilecek.
Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ, "O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz" rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek, ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur'âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzulüyle o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.
Hem bir kısım râvîlerin kabil-i hatâ içtihadlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadis zannedilir, mânâ gizlenir. Vâkıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne geçer. Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin şahs-ı mânevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infirâdî galip olduğundan, cemaatin sıfat-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatin başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle, o şahıslar, harika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acûbe cisim ve müthiş bir heykel ve çok harika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vâkıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur. HEM İKİ DECCALİN SIFATLARI VE HALLERİ AYRI AYRI OLDUĞU HALDE, MUTLAK GELEN RİVAYETLERDE İLTİBAS OLUYOR; BİRİ, ÖTEKİ ZANNEDİLİR. HEM BÜYÜK MEHDÎNİN HALLERİ (56. TEKRAR) SÂBIK MEHDÎLERE İŞARET EDEN RİVAYETLERE MUTABIK ÇIKMIYOR, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (r.a.) yalnız İslâm Deccalından bahseder. Mukaddime bitti, meselelere başlıyoruz.
(Şualar, ss.500- 501)
18.
Sekizinci Asıl: Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum'a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret ve dünya müvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf u reca ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte kıyamet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hanesinin ve köyünün bekasıyla alâkadardır. Öyle de; hayat-ı içtimaiye ve nev'iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur'an "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)" der. "Kıyamet yakındır" ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-ı Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti mugayyebat-ı hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları, "Şeraiti hemen hemen çıkmış" demişler.İşte bu hakikatı bilmeyen insafsız insanlar derler ki: "Âhiretin tafsilatını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri, niçin 1000 sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA KARİB ZANNETMİŞLER.
Elcevab: Çünki Sahabeler, feyz-i sohbet-i nübüvvetten herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek, kıyametin ibham-ı vaktindeki hikmet-i İlahiyeyi anlayarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz" tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikattan uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu nevi sözleri hikmet-i ibhamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki; HZ. MEHDİ (A.S.) (57. TEKRAR), SÜFYAN GİBİ ÂHİRZAMANDA GELECEK EŞHASLARI (58. TEKRAR) çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.
19.
Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarınatatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi Hz. merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, O EŞHAS-I HÂRİKA (59. TEKRAR) çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. ÖYLE İSE O EŞHAS (60. TEKRAR), hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, O EŞHAS-I (61. TEKRAR) ÂHİRZAMAN TANINABİLİR. (Sözler, s.318)
20.
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmı,
Şeâir-i İslâmiyenin tağyirine asla razı olmayan ve tahammül edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete kat'î bir hüccet; Te'vilkârâne "Zahirî muvafakat gösteriyorum" iddiasında bulunanları birinci zümreye ilhak ettirecek müessir bir kuvvet; Ulemâü's-sû' ahzâbına şedit bir tokat; Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid'alar çıkaranlara, kahir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lânet; BEŞİNCİ VE ALTINCI İŞARETLER, ISLAH-I ÂLEMİN BİZZAT HAZRET-İ MEHDÎNİN (62. TEKRAR) ZUHURUNA VÂBESTE OLDUĞUNA KANAAT EDEN ZÜMREDEN, BU ZÂT-I ÂLÎŞÂNIN (63. TEKRAR) DAHİ BU EMİRDE MUKTEDİR OLMASINDA ŞÜPHE DUYANLARIN, BU VEHİMLERİNİ BERTARAF EDECEK, İTİMATLARINI TEMİN EDECEK, GAYET KUVVETLİ GÜNEŞ GİBİ BİR HAKİKAT;
Yedinci İşaret, bu asrın en mâkul mücahedesinin nasıl yapılmak iktiza ettiğine delâlet eden, mahz-ı hikmet gibi hâssaları câmidir.
Âciz kardeşinizin kısa vasfı da, elbette aczine şehadet eder. Yoksa bu hakaiki lâyıkıyla vasfeylemek, bu biçarenin haddi değildir. (Mektubat, s. 174)
BEDİÜZZAMAN, RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI'NDA 63 DEFA HZ. MEHDİ (A.S.)'IN BİR ŞAHIS BİR ZAT, BİR İNSAN OLARAK GELECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR
SAİD NURSİ'NİN, HZ. MEHDİ (A.S.)'IN BİR ŞAHSI MANEVİ DEĞİL "ŞAHIS" OLDUĞU YÖNÜNDEKİ AÇIKLAMALARI:
1.
Dördüncü Sualinizin Meâli: Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, "Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz." (Müslim, 1: 131; 4:2268; Müsned, 3:107, 201, 268; Kenzü'l-ummal,14:227, 228.) Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?
Elcevap: Hadis-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini" (Buhari, 4205; Müslim, 1: 136; Fethü'- Kebir, 2:335.2) imanı zayıf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Şöyle ki: O hadisin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. ONA KARŞI ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN SİLSİLE-İ NURANÎSİNE BAĞLANAN, EHL-İ VELAYET VE EHL-İ KEMALİN BAŞINA GEÇECEK ÂL-İ BEYTTEN MUHAMMED MEHDİ (1. TEKRAR) İSMİNDE BİR ZÂT-I NURANİ (2. TEKRAR) o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi (münafıklık akımını) öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır. (Nisa Suresi'nin 156-159. Ayetleri)
Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz' eden (Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedâhet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. (Mektubat, sf. 59-61)
2.
Saidu'n-Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne olarak âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN (3. tekrar),temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla O ZÂT (4. tekrar), bu vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.
Birincisi: âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller. Fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm avamda ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ÂHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ (5. tekrar), ünvanını almamışlar.
İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (6. TEKRAR), ÂL-İ BEYT'TEN OLACAK. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir. (Şualar, sf. 381, 382)
3.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrane olarak, ahir zamanda gelen Al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat i bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lazım.
BİRİNCİSİ : Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDİNİN (7. TEKRAR), o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek.
O zât (8. tekrar), o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun uzun araştırmaları, incelemeleri) ile yazdıkları eseri KENDİNE (9. TEKRAR) hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği (dayandığı) kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd (dayanışma) sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir (öğrencilerdir). Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. (Emirdağ Lâhikası-1, sf. 266-267)
4.
Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da imanını tahkiki yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var; tevil lazımdır. Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ahir zamanın Büyük Mehdi unvanını almamışlar. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (10. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN (11. TEKRAR) OLACAKTIR . Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lâhikası, sf. 232)
5.
Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel,
MâşâAllah, Yirminci Mektubun kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız. Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhirzamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki, umum ehl-i keşif ve tarikatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür. Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak, kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. FAKAT O İLERİDE GELECEK ACİP ŞAHSIN (12. TEKRAR) BİR HİZMETKÂRI VE ONA (13. TEKRAR) YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDÂRI VE O BÜYÜK KUMANDANIN (14. TEKRAR) PÎŞDÂR BİR NEFERİ OLDUĞUMU ZANNEDİYORUM. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın. (Barla Lahikası, sf. 162)
6.
Elcevap: Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-i İslamiyetin edebiyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddit veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid'i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübaret zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediye (A.S.M) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor, AHİRZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD (15. TEKRAR), HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD (16. TEKRAR), HEM HAKİM (17. TEKRAR), HEM MEHDİ (18. TEKRAR), HEM MÜRŞİD (19. TEKRAR), HEM KUTB-U AZAM (20. TEKRAR) OLARAK BİR ZAT-İ NURANİYİ (21. TEKRAR) GÖNDERECEK VE O ZAT (22. TEKRAR) DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-es-sema vel-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin firtınalarını teskin eder ve BAHAR İÇİNDE BİR SAATTE YAZ MEVSİMİNİN NÜMUNESİNİ VE YAZDA BİR SAATTE KIŞ FIRTINASINI İCAD EDEN KADİR-İ ZÜLCELAL; MEHDİ (23. TEKRAR) İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN ZULÜMATINI DAĞITABİLİR. Ve va'detmiştir, va'dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; 'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder.
... Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İSLÂMİYET DİNİNİ MİLLİYET-İ MUKADDESE HÜKMÜNDE RABITA-İ İTTİFAK VE İNTİBAH YAPSALAR, HİÇBİR MİLLETİN ORDUSU ONLARA KARŞI DAYANAMAZ. İŞTE, O PEK KESRETLİ O MUKTEDİR ORDU, ÂL-İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂMDIR VE HAZRET-İ MEHDÎNİN (24. TEKRAR) EN HAS ORDUSUDUR. Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemÂlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. ELBETTE O KUVVET-İ AZÎMEDEKİ BİR HAMİYET-İ ÂLİYE FEVERAN EDECEK VE HAZRET-İ MEHDÎ (25. TEKRAR) BAŞINA GEÇİP TARİK-İ HAK VE HAKİKATE SEVK EDECEK. BÖYLE OLMAK VE BÖYLE OLMASINI, BU KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ GİBİ, ÂDETULLAHTAN VE RAHMET-İ İLÂHİYEDEN BEKLERİZ VE BEKLEMEKTE HAKLIYIZ. (Mektubat, ss.425-426)
Bediüzzamanın bu sözünde kullandığı yukarıdaki vasıflar, anlamlarından da anlaşılacağı gibi tek kişiye ait olacak özelliklerdir.
… bir müçtehid
… bir müceddid
… hâkim
… Hz. Mehdi
… mürşid
… kutb-u a'zam
… bir zât-ı nuranî
7.
Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği "Mânevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu (Risale-i Nur'u) çıkaramaz. TÂ AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDÎ (26. TEKRAR) VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ. (Kastamonu Lahikası, Sayfa 72, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 258, Hizmet Rehberi, Sayfa 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 153)
8.
Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet,
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki: "Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar. "Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. ÂHİRZAMANDA, ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN (A.S.M.) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDÎDE (27. TEKRAR) VE CEMAATİNDEKİ ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevisine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder. "Amma, benim gibi aciz ve zayıf bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsımı, medâr-ı nazar etmemeli" diyor. Ve size selam ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selam ediyoruz. (Kastamonu Lahikası, sf. 146)
9.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN (28. TEKRAR) TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN (29. TEKRAR) CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN (30. TEKRAR) ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDÎ'NİN (31. TEKRAR), O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ (32. TEKRAR) GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI (33. TEKRAR), onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL (34. TEKRAR) BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT (35. TEKRAR), O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE (36. TEKRAR) HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT (37. TEKRAR), BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ (38. TEKRAR) ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (39. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-1, ss. 231-233)
10.
Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Nurun fevkalâde has şakirtleri, Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla, o evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip, fakat iki iltibas içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler; fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN (40. TEKRAR) ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK CİHETİYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT (41. TEKRAR), RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK'.
O ZATIN (42. TEKRAR) İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN (43. TEKRAR) ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası:
Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl: O gelecek zatIn (44. TEKRAR) İSMİNİ vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9-11)
11.
Azîz kardeşlerim! Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak, bu gelecek fıkrayı iki gün evvel yazmıştık. SİZİN FEVKALÂDE SADÂKAT VE ULÜVV-Ü HİMMETİNİZDEN TEREŞŞUH EDEN BİR HAFTA EVVELKİ MEKTUBUNUZA KARŞI HÜSN-Ü ZANNINIZI BİR DERECE CERHEDEN BENİM CEVABIMIN HİKMETİ ŞUDUR Kİ: "…BU ZAMANDA ÖYLE FEVKALÂDE HÂKİM CEREYANLAR VAR Kİ, HERŞEYİ KENDİ HESABINA ALDIĞI İÇİN, FARAZA HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT (45. TEKRAR) dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes'ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a'zamı, iman mes'elesidir. FAKAT ŞİMDİKİ UMUMUN NAZARINDA VE HAL-İ ÂLEM İLCAATI DA EN MÜHİM MES'ELE, HAYAT VE ŞERİAT GÖRÜNDÜĞÜNDEN O ZÂT (46. TEKRAR) ŞİMDİ OLSA DA, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev'-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a'zam mes'eleyi esas yapıp, öteki mes'eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin." (Kastamonu Lahikası, s. 61-62)
12.
On Dokuzuncu Mesele
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN (RADIYALLAHU ANH) (47. TEKRAR) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler. Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN (48. TEKRAR) ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE SİYASET ÂLEMİNDE, DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT ÂLEMİNDE, CİHAD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI OLDUĞU GİBİ, her bir asır, me'yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜYÜK MEHDÎNİN (49. TEKRAR) BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA EDEN ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA (50. TEKRAR) VE KABİLESİNE VE CEMİYETİNE VE CEMAATİNE YETİŞEBİLSİN. EVET, YÜZER KUDSÎ KAHRAMANLARI YETİŞTİREN VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI ÜMMETİN BAŞINA GEÇİREN VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA VE İMANIN NURUYLA VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE BESLENEN, TEKEMMÜL EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-I FURKANİYEYİ VE SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ (A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA İLE, BAŞKUMANDANLARI OLAN BÜYÜK MEHDÎNİN (51. TEKRAR) KEMÂL-İ ADALETİNİ VE HAKKANİYETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET MÂKUL OLMAKLA BERABER, GAYET LÂZIM VE ZARURÎ VE HAYAT-I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN MUKTEZASIDIR. (Şualar, ss.509-510)
1.
Dördüncü Sualinizin Meâli: Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, "Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz." (Müslim, 1: 131; 4:2268; Müsned, 3:107, 201, 268; Kenzü'l-ummal,14:227, 228.) Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?
Elcevap: Hadis-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini" (Buhari, 4205; Müslim, 1: 136; Fethü'- Kebir, 2:335.2) imanı zayıf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Şöyle ki: O hadisin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. ONA KARŞI ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN SİLSİLE-İ NURANÎSİNE BAĞLANAN, EHL-İ VELAYET VE EHL-İ KEMALİN BAŞINA GEÇECEK ÂL-İ BEYTTEN MUHAMMED MEHDİ (1. TEKRAR) İSMİNDE BİR ZÂT-I NURANİ (2. TEKRAR) o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi (münafıklık akımını) öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır. (Nisa Suresi'nin 156-159. Ayetleri)
Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz' eden (Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedâhet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. (Mektubat, sf. 59-61)
2.
Saidu'n-Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne olarak âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN (3. tekrar),temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla O ZÂT (4. tekrar), bu vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.
Birincisi: âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller. Fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm avamda ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ÂHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ (5. tekrar), ünvanını almamışlar.
İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (6. TEKRAR), ÂL-İ BEYT'TEN OLACAK. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir. (Şualar, sf. 381, 382)
3.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrane olarak, ahir zamanda gelen Al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat i bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lazım.
BİRİNCİSİ : Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDİNİN (7. TEKRAR), o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek.
O zât (8. tekrar), o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun uzun araştırmaları, incelemeleri) ile yazdıkları eseri KENDİNE (9. TEKRAR) hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği (dayandığı) kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd (dayanışma) sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir (öğrencilerdir). Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. (Emirdağ Lâhikası-1, sf. 266-267)
4.
Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da imanını tahkiki yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var; tevil lazımdır. Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ahir zamanın Büyük Mehdi unvanını almamışlar. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (10. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN (11. TEKRAR) OLACAKTIR . Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lâhikası, sf. 232)
5.
Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel,
MâşâAllah, Yirminci Mektubun kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız. Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhirzamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki, umum ehl-i keşif ve tarikatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür. Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak, kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. FAKAT O İLERİDE GELECEK ACİP ŞAHSIN (12. TEKRAR) BİR HİZMETKÂRI VE ONA (13. TEKRAR) YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDÂRI VE O BÜYÜK KUMANDANIN (14. TEKRAR) PÎŞDÂR BİR NEFERİ OLDUĞUMU ZANNEDİYORUM. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın. (Barla Lahikası, sf. 162)
6.
Elcevap: Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-i İslamiyetin edebiyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddit veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid'i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübaret zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediye (A.S.M) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor, AHİRZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD (15. TEKRAR), HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD (16. TEKRAR), HEM HAKİM (17. TEKRAR), HEM MEHDİ (18. TEKRAR), HEM MÜRŞİD (19. TEKRAR), HEM KUTB-U AZAM (20. TEKRAR) OLARAK BİR ZAT-İ NURANİYİ (21. TEKRAR) GÖNDERECEK VE O ZAT (22. TEKRAR) DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-es-sema vel-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin firtınalarını teskin eder ve BAHAR İÇİNDE BİR SAATTE YAZ MEVSİMİNİN NÜMUNESİNİ VE YAZDA BİR SAATTE KIŞ FIRTINASINI İCAD EDEN KADİR-İ ZÜLCELAL; MEHDİ (23. TEKRAR) İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN ZULÜMATINI DAĞITABİLİR. Ve va'detmiştir, va'dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; 'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder.
... Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İSLÂMİYET DİNİNİ MİLLİYET-İ MUKADDESE HÜKMÜNDE RABITA-İ İTTİFAK VE İNTİBAH YAPSALAR, HİÇBİR MİLLETİN ORDUSU ONLARA KARŞI DAYANAMAZ. İŞTE, O PEK KESRETLİ O MUKTEDİR ORDU, ÂL-İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂMDIR VE HAZRET-İ MEHDÎNİN (24. TEKRAR) EN HAS ORDUSUDUR. Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemÂlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. ELBETTE O KUVVET-İ AZÎMEDEKİ BİR HAMİYET-İ ÂLİYE FEVERAN EDECEK VE HAZRET-İ MEHDÎ (25. TEKRAR) BAŞINA GEÇİP TARİK-İ HAK VE HAKİKATE SEVK EDECEK. BÖYLE OLMAK VE BÖYLE OLMASINI, BU KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ GİBİ, ÂDETULLAHTAN VE RAHMET-İ İLÂHİYEDEN BEKLERİZ VE BEKLEMEKTE HAKLIYIZ. (Mektubat, ss.425-426)
Bediüzzamanın bu sözünde kullandığı yukarıdaki vasıflar, anlamlarından da anlaşılacağı gibi tek kişiye ait olacak özelliklerdir.
… bir müçtehid
… bir müceddid
… hâkim
… Hz. Mehdi
… mürşid
… kutb-u a'zam
… bir zât-ı nuranî
7.
Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği "Mânevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu (Risale-i Nur'u) çıkaramaz. TÂ AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDÎ (26. TEKRAR) VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ. (Kastamonu Lahikası, Sayfa 72, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 258, Hizmet Rehberi, Sayfa 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 153)
8.
Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet,
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki: "Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar. "Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. ÂHİRZAMANDA, ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN (A.S.M.) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDÎDE (27. TEKRAR) VE CEMAATİNDEKİ ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevisine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder. "Amma, benim gibi aciz ve zayıf bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsımı, medâr-ı nazar etmemeli" diyor. Ve size selam ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selam ediyoruz. (Kastamonu Lahikası, sf. 146)
9.
Mehdî'nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım.
Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN (28. TEKRAR) TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN (29. TEKRAR) CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN (30. TEKRAR) ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDÎ'NİN (31. TEKRAR), O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ (32. TEKRAR) GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI (33. TEKRAR), onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL (34. TEKRAR) BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT (35. TEKRAR), O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE (36. TEKRAR) HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT (37. TEKRAR), BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur'u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lazımdır.
Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ (38. TEKRAR) ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (39. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu. (Emirdağ Lahikası-1, ss. 231-233)
10.
Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Nurun fevkalâde has şakirtleri, Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla, o evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip, fakat iki iltibas içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler; fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN (40. TEKRAR) ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK CİHETİYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT (41. TEKRAR), RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK'.
O ZATIN (42. TEKRAR) İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN (43. TEKRAR) ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası:
Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl: O gelecek zatIn (44. TEKRAR) İSMİNİ vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9-11)
11.
Azîz kardeşlerim! Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak, bu gelecek fıkrayı iki gün evvel yazmıştık. SİZİN FEVKALÂDE SADÂKAT VE ULÜVV-Ü HİMMETİNİZDEN TEREŞŞUH EDEN BİR HAFTA EVVELKİ MEKTUBUNUZA KARŞI HÜSN-Ü ZANNINIZI BİR DERECE CERHEDEN BENİM CEVABIMIN HİKMETİ ŞUDUR Kİ: "…BU ZAMANDA ÖYLE FEVKALÂDE HÂKİM CEREYANLAR VAR Kİ, HERŞEYİ KENDİ HESABINA ALDIĞI İÇİN, FARAZA HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT (45. TEKRAR) dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes'ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a'zamı, iman mes'elesidir. FAKAT ŞİMDİKİ UMUMUN NAZARINDA VE HAL-İ ÂLEM İLCAATI DA EN MÜHİM MES'ELE, HAYAT VE ŞERİAT GÖRÜNDÜĞÜNDEN O ZÂT (46. TEKRAR) ŞİMDİ OLSA DA, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev'-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a'zam mes'eleyi esas yapıp, öteki mes'eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin." (Kastamonu Lahikası, s. 61-62)
12.
On Dokuzuncu Mesele
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN (RADIYALLAHU ANH) (47. TEKRAR) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler. Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN (48. TEKRAR) ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE SİYASET ÂLEMİNDE, DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT ÂLEMİNDE, CİHAD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI OLDUĞU GİBİ, her bir asır, me'yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜYÜK MEHDÎNİN (49. TEKRAR) BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA EDEN ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA (50. TEKRAR) VE KABİLESİNE VE CEMİYETİNE VE CEMAATİNE YETİŞEBİLSİN. EVET, YÜZER KUDSÎ KAHRAMANLARI YETİŞTİREN VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI ÜMMETİN BAŞINA GEÇİREN VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA VE İMANIN NURUYLA VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE BESLENEN, TEKEMMÜL EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-I FURKANİYEYİ VE SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ (A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA İLE, BAŞKUMANDANLARI OLAN BÜYÜK MEHDÎNİN (51. TEKRAR) KEMÂL-İ ADALETİNİ VE HAKKANİYETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET MÂKUL OLMAKLA BERABER, GAYET LÂZIM VE ZARURÎ VE HAYAT-I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN MUKTEZASIDIR. (Şualar, ss.509-510)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)